-

Nüfus artışı ile teknojik gelişme arasındaki bağlantı

7 Ekim 2011 Cuma yazildi.
Sponsorlu Bağlantılar

NÜFUS ARTIŞI, KAYNAK TÜKETİMİ VE ÇEVRE


Özet

Genel olarak ekonomik büyüme, artan kaynak tüketimi ve nüfus artışı konularının çevre üzerinde olumsuz etkileri olduğu düşünülür. Bu çalışmada nüfus artışı ve kaynak tüketiminin çevresel sonuçları üzerinde durulacak ve olumlu ve olumsuz görüşlerin gerçeklik payları bilimsel olarak ortaya konulmaya çalışılacaktır. Bilindiği üzere çevrenin sınırlı bir taşıma kapasitesi vardır. Bu yüzden de çevresel tahribatın nedenleri nüfus artışı ve ekonomik büyüme kapsamında incelenmektedir. Son yıllarda çevresel konulara artan ilgi ve bilinçlilik düzeyi nüfus artışı konusunu da bir kez daha gündeme getirmiştir. Nüfus artışının ekonomik büyümeyi de dolaylı ve dolaysız yollardan etkilediğini hesaba katarak ‘büyüme’ karşıtı ve taraftarı görüşleri incelemek, küreselleşmenin ekonomik ve çevresel izdüşümlerini anlamamıza yardımcı olacaktır.

GİRİŞ

Sanayi devriminden bu yana dünya nüfusunun büyümesi hızlanmıştır. Bu büyüme dünyadaki ölüm sayısındaki azalma ve doğum sayısındaki artış sonucunda gerçekleşmiştir. Ölüm sayısının azalması temelde tıptaki ilerlemeler ve besin üretiminde meydana gelen artışlardan kaynaklanmıştır. II. Dünya Savaşından sonra ölüm oranının düşmesi hızlanarak devam etmiş ve nüfus patlaması ile sonuçlanmıştır. Buna karşın aynı dönemde gelişmiş ülkelerde ise doğum oranı da düşmüş ve nüfus büyümesinde azalma başlamıştır. Gelişmekte olan ülkelerde doğum oranının yüksek olmasına bağlı olarak düşmemiştir. Çünkü doğumu denetleyen veya sınırlayan değer ve kurallar geçerliliğini kaybetmiştir. Gelişmiş ülkelerde doğum kontrolünün yol açtığı düşük doğum oranı ve sağlıklı yaşama ortamında nüfusun yaşlanması sonucu şimdilik yavaş artan bir nüfus büyümesi söz konusudur. Az gelişmiş ülkelerde hala devam eden ölüm oranının düşmesi ve yüksek doğum oranının yol açtığı nüfus gençleşmesi sonucu hızlı bir nüfus büyümesi görülmektedir. BM’nin her iki yılda bir dünya genelindeki nüfus artışına ilişkin açıkladığı rapora göre, nüfus artışında geçmiş yıllardaki eğilim sürmektedir. Ama örgüt, son raporunda 2050 yılında nüfusun 9 milyarı aşacağı öngörüsünde bulunmaktadır. Ancak 2050’den itibaren dünya nüfusunun azalacağı da yine raporda öngörülmektedir.

İnsanoğlu, hayatta kalabilmek için yeterli besine ihtiyaç duymaktadır. Çoğu araştırmalar dünyasal çevre sisteminin dayanma gücünün önemli bir göstergesi olarak potansiyel besin üretimini esas almaktadır. Uzmanlar ayrıca nüfusa bağlı olarak kaynakların adil biçimde dağıtılmasının gerekliliği konusunda da görüş birliğine sahiptir. İstatistikler, her geçen gün tarımda verimliliğin arttığını ortaya koymaktadır.

Nüfus ve Kaynak tüketimi konuları çevre tartışmalarının her aşamasında doğrudan ve dolaylı olarak gündeme gelmektedir. Nüfus ve çevre ilişkisi bu konunun ilk gündeme geldiği andan itibaren, nüfus artışının yarattığı olumsuzluklar ve çevre değerleri üzerindeki yıkıcı etkileri öne çıkarılarak ele alınmıştır. Ancak daha sonraki yıllarda bu ele alış değişmiş, artan nüfusun çevre üzerindeki etki ve talepleri ‘sürdürülebilirlik’ çerçevesinde irdelenmeye başlamıştır. Çevre sorunlarına ilişkin başlayan ilgi bir sonraki aşamada ekoloji konusunun gündeme gelmesini sağlamış ve sadece sorun çözme değil soruların ortaya çıktığı ekolojik ortamların belirlenmesi, düzenlenmesi ve planlaması gibi daha içerikli bir yaklaşımın gelişimine yol açmıştır. Bu kapsamda doğal kaynak zenginlikleri ve bunların korunması konusunda farklı disiplinlerde araştırmalar başlatılmıştır.

1. BÜYÜME KARŞITLARI VE TARAFTARLARI

Ekonomik büyüme özellikle 18.yy.dan sonra tartışmalı bir konu haline gelmiştir. Büyüme karşıtları nüfus artışının üretim talebini arttırdığını ve bunun da çevreye zarar verdiğini savunurken büyüme taraftarları teknolojik ilerlemeler sayesinde çevresel tahribatın iyileştirilebileceği ve ekonomik büyümenin gerekli olduğu fikri üzerinde durmuşlardır.

1.1. Büyüme Karşıtları

Ekonomi alanının öncülerden olan Thomas Robert Malthus Nüfus Prensibi Üzerine bir Deneme (An Essay on the Principle of Population) isimli çalışmasında ekonomik sürdürülebilirliğe ilişkin modern tartışmaların temelini oluşturacak düşünceler ileri sürmüştür (Malthus, 1872:151-57). Malthus’a göre, insan türü de dâhil tüketimde payı olan her canlı geometrik bir oranda, tüketim maddelerinin üretimi ise yalnızca sabit bir oranda (aritmetik) artmaktadır. Bu durumda ise üretim ve tüketim arasında git gide artan bir boşluk ortaya çıkmaktadır. Malthus bu sorunu ortadan kaldırmak için ‘koruyucu’ ve ‘sınırlayıcı’ olmak üzere iki tür kontrolden sözetmiştir. Koruyucu sınırlama bir anlamda aile planlaması olarak ele alınabilir; çünkü kontrolle ve cinsellikten etik nedenlerden dolayı kaçınma yoluyla doğum kontrolü sağlanmış olur. Pozitif kontroller ise savaşlar ve doğal felaketleri içermektedir. Yukarıda sözü edilen tüketim ve mevcut kaynaklar arasındaki dengesizlik olağanüstü arttığında her iki kontrol sistemi de devreye girer ve tüketici oranı kaynak oranının gerisinde kalana kadar bu sistemler işlev görmeye devam etmektedir. Ama tüketici ya da nüfus, sayısı katlanarak artacağından belirli bir dönem sonra aynı döngü tekrar ortaya çıkacaktır (Malthus, 1872: 369–370).

Malthus’un bu tutumu oldukça kötümser bulunmuş ve hatta, kendisi felaketçi ekonomist ya da felaket tellalı gibi isimlerle anılmıştır. Malthus’un çağdaşı olan Ricardo da (1817) ‘azalan marjinal verimlilik’ kavramını Malthusçu bakış açısıyla birleştirmiş ve tarımla uğraşan kişilerin nüfus artışı sebebiyle daha sınırlı mekanlarda yoğun yöntemlerle tarımcılık yapmak zorunda kalacağını ve daha fazla ürün elde etmek istedikleri halde bunun artan nüfus oranı karşısında pek de bir anlamı olmayacağını savunmuştur. Üretim artsa bile, tüketimin ya da nüfusun katlanarak artması bu artışı etkisiz hale getirmekte ve bazı ekonomistler bu durumu Malthusçu felaket olarak adlandırmaktadırlar (Case ve Fair, 1999: 790).

Malthus bu iddiaları ileri sürdüğü zaman bu iddialar pek de dikkat çekmemişti. 19. yüzyılın neredeyse karakteristiği diyebileceğimiz merkantilist ekonomik doktrini devlete ait mal varlıklarının ve tüketim maddelerinin çoklaştırılması gerektiğini şiddetle savunmuştur. Mevcut nüfus, devlete ait mal varlığını arttırmakla yükümlü olduğundan nüfus artışı da istenir bir durum olmuştur. Her birey üretime aktif olarak katılacak iş gücü anlamına geliyordu. Hatta çocuklar bile bu iş gücü potansiyelinin oldukça önemli bir parçasıydı. Doğal kaynak sınırlılığını arka plana atan diğer gelişme ise şüphesiz 2. Dünya Savaşı’ydı. Sosyal, politik ve ekonomik anlamda büyük bir yıkımın altından kalkmaya çalışan yöneticiler ve karar mekanizmaları ekonomik büyümeyi oluşan yıkıma karşı neredeyse tek çözüm olarak görüyorlardı( Fogel, 2005:8).

Yalnız, 1960’ların sonuna doğru artık tehlike arz etmeye başlayan kirlilik seviyeleri bireylerin bilinçlilik düzeyinin artmasında ve modern çevrecilik akımının oluşmasında önemli rol oynamıştır. 1970’lerdeki enerji krizi dolayısıyla da ekonomik büyüme karşıtı yeni-Malthusçu grup ortaya çıkmıştır. Roma Kulübü Büyümenin Sınırları (The Limits to Growth)(Meadows vd., 1972) isimli çalışmasıyla medyanın ilgisini büyük ölçüde toplamıştır. Çalışmanın özellikle üzerinde durduğu üç nokta vardı. Bunlardan bir tanesi yıllık tüketim oranları göz önüne alındığında 100 yıl kadar bir sürede bütün mineral kaynaklarının tükeneceği yönündeydi ve bu bir anlamda da ani bir ekonomik çöküş demek oluyordu. Vurgulanan ikinci nokta ise herhangi bir çözümün bu çöküşü engelleyemeyeceği idi. O yüzden de ekonomik büyüme ve nüfus artışının derhal kısıtlanarak çöküşün önlenmesi vurgulanan en on nokta olarak kendini gösteriyordu (Morgan 2003: 589).

Amerika Birleşik Devletler Başkanına Küresel 2000 Raporu (The Global Report to the United States President) isimli raporda diğer bir neo-Malthusçu grup nüfus ve kişi başına düşen tüketimin artmasının 2000’li yıllarda ciddi kaynak kıtlığına yol açacağını savunmuştur. (Barney, 1980: 11-13) Ayrıca, sera gazı ya da küresel nükleer riskler gibi düşük olasılıklı ama aşırı tehlike arz eden olaylara karşı dünyanın daha savunmasız hale geleceği öngörülüyordu. Böylece üretim şemaları hasar görmüş oluyor ve insanlık büyük bir aç kalma felaketiyle burun buruna gelmiş bulunuyordu.

James Mill gibi birçok ekonomist Roma Kulübü ve Küresel 2000 Raporu’nun da desteğiyle yayılmacı ekonomik büyümeye karşı çıkıyor ve bir şekilde ütopik bir tavırla sabit bir ekonomiyi ya da diğer bir deyişle sıfır büyümeyi destekliyorlardu(Mill, 1963: 40-50). Eğer belirli kotalar dâhilinde mineral kullanımı gerçekleşir ve sıfır ekonomik büyüme hedefine ulaşılabilirse felaketten kurtulmak mümkündü. Dahası, kişi başına düşen tüketim minimum tolere edilebilir seviyeye çekilirse insan türünün de en uzun vadede kendi varlığını sürdürmesi sağlanabilirdi. Ehrlich, Nüfus Bombası (The Population Bomb) isimli kitabında nüfusun mevcut haliyle sadece bir problem olmadığını, aynı zamanda da, insan türünün devam etmesini tehdit eden potansiyel bir problem olarak görüyordu (Ehrlich, 1970: 34, 66-67).

Doğa ve Doğal Kaynakları Korumak Üzere Uluslararası Birlik’e ait önemli belgelerden olan Dünyayı Koruma Stratejisi ekonomik aktivitelerin çevre üzerinde yarattığı tahribat üzerinde durmaktadır. Özellikle gelişmiş ülkelerin kaynakları aşırı oranda tüketmesi, artan dünya nüfusunun kaynak talebinin karşılanmasını da güçleştirmektedir. Yeni-Malthusçu yaklaşım kadar kötümser olmasa da, Dünya Koruma Stratejisi de tedbirci yaklaşımı savunmaktadır (IUCN,UNEP,WWF,1980:1).Genetik çeşitliğin korunması, temel ekolojik süreçlerin ve hayat destek birimlerinin işlerliğinin sağlanması hayati önem taşımaktadır.

1.2. Büyüme Taraftarları

Bir genelleme yapılacak olursa, hem ekonomik büyüme hem de nüfus potansiyelinin artmasına ilişkin karşıt fikirler 1970-1980; taraftar düşünceler ise 1980 sonrası somutlaşmaya başlamıştır. 80’li yılların başlarında nüfus artışının olumlu bir gelişme olduğu vurgulanmıştır. Çünkü artan nüfus aynı zamanda artan bilgi potansiyeli demektir. Artan bu bilgi potansiyeli, nüfus artışına karşı sürülen kaynak sıkıntısı tezini de çürütebilir ve akılcı çözümler üretebilir. (Kahn vd.1976:32-34).ve teknolojinin gücünü öne sürerek, teknolojik ilerleme sayesinde gelişmekte olan ülkelerde kişi başına düşen gelirin artacağını; artan gelirin sosyal refah seviyesinde etkin rol oynayacağını ve iyileşen hayat standartlarının nüfus artışını da sabitleyeceğini belirtmişlerdir.

Brundtland Komisyonu’nun Ortak Geleceğimiz başlıklı raporu (Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu, DÇKK, 1987) sürdürülebilir kalkınmayı olumlu bir kalkınma stratejisi olarak ele almıştır. DÇKK, çevresel problemleri tamamen yadsımıyordu; ama Büyümenin Sınırları hipotezini de pek kabul etmiyordu. Komisyon, kaynak sıkıntısının pek de fazla olmadığını ve çevresel tahribatı önlemenin tek yolunun fakirliği çözümlemek olduğunu savunuyordu. Kaynakların aşırı tüketiminin ve sera gazları oluşumunun çevresel tahribat sürecini hızlandırdığı fikri de Çevresel Kuznets Eğrisi[1] adı verilen bir teoriyle çürütülüyordu. Ekonomik büyümenin çevresel tahribata yol açması kaçınılmazdı ama ekonomik büyüme sonucu artan gelir seviyesi ve teknolojik gelişme çevresel sorunların çözümlenmesine olumlu katkılar sağlıyordu.[2] Hatta, Grossman ve Krueger ekonomik büyümeye paralel olarak çevresel bozulmanın gerçekleştiğine dair hiçbir kanıt olmadığını savunuyordu (Grossman ve Krueger, 1995: 353). Ama bu yaklaşımın kabul edilebilirliği kirliliğin azaldığı ve GSMH’nın yükseldiği birkaç sanayi ülkesi içindir.

Sanayinin henüz tam olarak gelişmemiş olduğu ekonomilerde çevresel tahribat sanayi ekonomilerine göre görece azdır. Ama tarımsal metotların gelişmesi ve bir taraftan da sanayileşme sürecinin hızlanması doğanın kendini yenileme hızını düşürmekte ve çevresel bozulmayı daha fazla tetiklemektedir(Stern vd, 1996:1153). Ekonomik bir geçişin olduğu bu dönemin ilk başlarında çevresel bozulma fazla olsa da bilgi bazlı sanayilere ve hizmetlere yöneliş çevresel duyarlılığın oluşmasında anahtar bir rol üstlenmektedir. Artık kendi kendine bir ekonomik yeterlilik gösteren bu sistemlerde çevresel koruma anlamındaki harcamalar da artar. Böylece ilk başlarda artan bozulma bir ters dönüş yapar ve bozulan çevre iyileşmeye başlar.

Tablo 1: Çevrenin bozulması ile ekonomik gelişme arasındaki ilişki

Ekonomik gelişme ve çevre arasındaki ilişkiyi ÇKE çerçevesine indirgemek doğru olmayacaktır. Eğer bilgi bazlı sanayi ve hizmet anlayışı ekonomik büyümeye eşlik etmezse çevresel bozulma tırmanmaya devam edecektir. Ancak, ister istemez ekonomik faaliyetlerdeki yapısal gelişmeler tarım, üretim ve tüketim alanlarını da etkileyecektir. Toplam kalite artışı çevresel düzenlemelerin de gözden geçirilmesini zorunlu kılacak ve refah seviyesi artmış ve gelir dengesizliği nispi olarak giderilmiş toplum, çevresel politikaların yönlendirilmesinde etkili olacaktır.

ÇKE’nin bir özeti niteliğinde olan bu süreç, bilgi bazlı sanayi ve hizmet anlayışının ekonomik büyümeye eşlik etmemesi ve özellikle üretim sektörünün ekonomik gelişmelere rağmen yapısal değişiklik gösterememesi nedeniyle ne yazık ki evrensel uygulanabilirliğe sahip değildir. Hem mal ve hizmetlerin üretildiği ekonomik yapılar farklılık göstermekte hem de birim başına verimlilik düzeyinin belli bir standardı oluşmamaktadır. Ayrıca üretim süreci dâhilinde oluşan tahribatı telafi edebilecek ya da tüketilen kaynakların yerine alternatif kaynaklar sunabilecek bilgi birikimi özellikle gelişmemiş ülkelerde oldukça düşüktür.

2. DÜNYADA NÜFUS ARTIŞ EĞİLİMLERİ

Dünya nüfusu şu anki haliyle 6,5 milyarın üzerindedir (Bkz.. World PopClock Projection). Dünya Bankası’nın tahminlerine göre bu rakam 2015’te 7 milyar ve 2040’ta 8.5 milyar dolayında olacaktır. Sağlık hizmetlerinin (aşı, antibiyotikler, kızamık ve çiçeğe karşı alınan önlemler vs.) artması ve iyileşmesi, eğitim seviyelerinin yükselmesi hem ölüm oranlarını azaltmış hem de yaşam süresini uzatmıştır. Ama bu, nüfus artış hızının bunlara bağlı olarak sürekli artan bir artış göstermesi anlamına gelmez; nitekim Dünya Bankası (1999) tahminlerine göre şu anki yıllık yaklaşık % 1.6’lık nüfus artışı 2040 gibi %1.1’e düşecektir.

Nüfus artışı hızının git gide düşmesi ‘demografik geçiş’ hipotezi için bir dayanak oluşturmaktadır. Yani, kişi başına düşen gelir miktarı arttıkça nüfus artış oranı düşmekte, tam tersi durumda da nüfus artış oranı yükselmektedir. Bu hipotez aynı zamanda, fakir ülke ya da kesimlerdeki fazla nüfusu da açıklamaktadır. Kişi başına düşen gelirin düşük olmasına ek olarak fakir kesimlerde nüfus hacminin büyük olmasına ilişkin bazı sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel nedenler vardır.

Fakir ülkelerdeki insanların toprağa dayalı bir yaşam sürdürdüğü gerçeği göz önüne alınırsa, çocuk sayısının fazlalığının tarımsal iş gücü bakımından ne kadar büyük bir önem arz ettiği görülebilir. Bu gibi ülkelerde çocuklar bir anlamda ekonomik sigorta görevi yapmaktadırlar. Sosyal güvenlik sistemlerinin de pek gelişmediği bu ülkelerde çocuklar hem ek bir gelir getirecek bireyler hem de ebeveynleri yaşlandığında bakımlarını sağlayacak bakıcılar olarak görülmektedir.

Dünyanın birçok yerinde özellikle de gelişmekte olan ülkelerde, bir ailenin ve daha ötesinde bir kadının itibarı çocuklarının çokluğuyla ölçülmektedir. Ya da başka bir deyişle toplumsal hiyerarşide sahip olunan yer, çocukların sayısıyla yakından ilgilidir.

2.1. Nüfus Artışı ve Çevre

Nüfus artışı mal ve hizmetlere duyulan gereksinimi büyük ölçüde arttırmakta ve artan bu ihtiyaçlar doğal kaynaklar için büyük bir baskı oluşturmaktadır. Nüfusun fazla olması demek, atık oluşumunun ve insan sağlığına yönelik tehditlerin de fazla olması anlamına gelmektedir. Dahası nüfus artışının fazla olması çevrenin kendini yenileme özelliğini zorlayan doğrudan bir etkendir.

Nüfus artışı, fakirlik ve çevresel bozulma birbiriyle yakından ilişkilidir. örneğin, nüfus arttıkça toprak daha yoğun kullanılmaya başlar, nadas dönemleri kısalır ve toprağın verimliliği düşmeye başlar. Ormanların da azalmaya başlamasıyla birlikte ortaya çıkan sonuç çevresel bozulma, azalan toprak ve ürün verimliliğindeki düşüştür. Bu durum da kişi başına düşen gelirin azalmasına ve fakirliğin artmasına neden olmaktadır. Fakirliğin artışı da daha fazla toprak tahribatına ve dolayısıyla da kısır döngünün oluşmasına neden olmaktadır.

Nüfus artışını tamamen olumsuz olarak değerlendirmeyenler de vardır. Şöyle ki, çiftçiler tarımda teknolojik metotlar benimserlerse[3] ve nüfus artışı yoluyla oluşan iş gücünden de gerektiği gibi faydalanılabilirse, mal ve hizmet üretiminde önemli bir artış görülebilir. Yine de, nüfus artışının olumsuz yönleri olumlu yönlerinden daha ağır basmaktadır.

3. NÜFUS ARTIŞI VE TOPRAK BOZULMASI

Toprak bozulması, erozyon, su ve rüzgar aşındırması, toprak yapısının bozulması ve kirlilik gibi nedenlerden dolayı topraktaki niceliksel ve niteliksel bozulmadır. Bu tanımdan yola çıkarak toprak bozulmasının su ve rüzgâr gibi faktörlere ek olarak biyolojik (topraktaki humus yüzdesinin azalması), fiziksel (topraktaki bileşenlerin yapısal bozulmaya uğraması ve toprak geçirgenliğinin azalması) ve kimyasal (asidifikasyon) faktörlerden de kaynaklanacağını söylenebilir(Brown ve Wolf,1997:32-40). Toprak bozulması ve özellikle de erozyon sürecini anlamak için iki ana faktör üzerinde durmak gerekmektedir. Bu iki ana faktörü dolaylı ve dolaysız olarak adlandırabiliriz. Her ne kadar iki faktörün birbirinden ayıran kesin çizgiler olmasa da bir genelleme yapmak adına bu sınıflandırma faydalı olabilir.

Tablo 3: Toprak Bozulmasının Sebepleri

Dolaysız Sebepler

Dolaylı Sebepler

· Ormanların yok olması

· Toprak yönetimine ilişkin yanlış uygulamalar

· Aşırı otlatma

· Nüfus artışı ve dağılımı

· Toprak Mülkiyeti

· Fakirlik

Kaynak: Araya ve Asafu-Adjaye (1999: 169-170).

Bugün birçok ülkede toprak bozulmasının başlıca nedeni bitki örtüsünün yok edilmesidir. Tarım alanı ve otlatma alanı oluşturma ya da inşa ve yakıt amaçlı ağaç kesimi ormanların her geçen zamanda daha fazla yok edilmesine yol açmaktadır.

3.1. Ormanların Yok olması

Ormanlar, toprağın yağmursuyu yüzünden aşınmasını engeller. Ormanlar toprak bileşenlerinin zenginleşmesine katkıda bulunur ve toprağın tutunma özelliğini arttırır. Ormanların yok olması toprak bileşenlerinin yok olması sürecini de hızlandırdığından topraklar erozyona daha fazla maruz kalmaktadır. Toprağın filtreleme ve emme kapasitesi de düştüğünden aşınma, toprak ve rüzgâr erozyonu gibi tehlikeler açığa çıkmaktadır(Lal, 1994: 1-7;Çağlar, 1992:37).

3.2. Toprak Yönetimine İlişkin Yanlış Uygulamalar

Toprak yönetimi çiftçilikte kullanılan araç gereçler, yetiştirilen ürünler, hasat zamanının belirlenmesi, ürün değiştirme, gübre kullanımı ve toprak erozyonuna bağlı olarak tarımsal alanın genişletilmesi gibi uygulamaları ve bileşenleri kapsamaktadır. Toprak erozyonuna ek olarak tarımsal alanın genişlemesine neden olan diğer bir faktör de nüfus artışının yaratmış olduğu baskıdır. Etiyopya ve Endonezya gibi üçüncü dünya ülkelerinde tarımsal alanlar tepe yamaçlarındaki sarp alanları da kapsar hale gelmiştir ( Sonneveld, 2003: 347-50).

Ardımızda bıraktığımız yüzyıldaki teknolojik gelişmeler toplumların kültürel ve ekonomik yapılarının değişmesinde aktif rol oynamış ve insanoğlunun doğal kaynaklardan yararlanma şeklini önemli ölçüde değiştirmiştir. Çok gelişmemiş ve verimliliklerinin de yüksek olmamasına rağmen geleneksel toplumların kullandığı tarımsal araçlar doğal kaynakların sürdürülebilirliği prensibiyle modern tarımsal yöntemlerden daha fazla tutarlıdır. Geniş çaplı üretim bu gibi geleneksel toplumlarda çok fazla teşvik edilmediği için doğal kaynakların da doğanın kendini yenileme özelliğine zarar verilerek kullanılması söz konusu değildir. Oysa modern teknoloji, ekonomik aktivitelerin kapsamını bir hayli genişletmiş ve doğal habitatın ortadan kaldırılmasına ve kaynakların daha yoğun bir biçimde kullanılmasına neden olmuştur. Tarımda makineleşmeye geçilmesiyle beraber toprağın maruz kaldığı tahribat da artmıştır. Teknolojik tarım aletlerine göre geleneksel aletler toprakta sadece asgari bir tahribat yaratmıştır.

Teknolojik gelişmelerin toprağın korunmasında olumlu bir etkiye sahip olabileceği bildirilmiştir. Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu yeni teknolojilerin toplam verimliliği arttırabileceğini ve bu yolla doğal kaynakların korunmasına da katkı sağlayacağını belirtmiştir (WCED, 1987:45). Bu yeni teknolojiler yüksek verimliliğe sahip tohumlar ve kimyasal gübreler kullanma olarak örneklendirilebilir. Böylece aşırı otlatma, su ve rüzgâr erozyonu ya da aşırı ekip biçmeden kaynaklanan ürün kaybı telafi edilebilir. Teknolojik yöntemlerle elde edilen üretim fazlası artmış olan nüfusun, gıda ihtiyaçlarını karşılamak için daha fazla toprağa yayılmasını engelleyecektir. Ekonomik sistemleri tarımsal ihracata dayalı ülkelerde bu önerme pek geçerli değildir. Olumsuz çevresel etkilere rağmen bu gibi ülkelerde tarım alanları marjinal alanlara doğru kayış göstermektedir.

3.3. Aşırı Otlatma

Gelişmekte olan ülkelerde büyükbaş hayvanların birçok fonksiyonu bulunmaktadır. Bunlar hayvanların veya hayvancılığın,

· tarımda ekim ve hasat zamanında saban yerine kullanılması

· et, süt, deri vb. mamullerin ek gelir kaynağı ve

· kuraklık veya salgın gibi nedenlerden dolayı tehlikeye giren tarıma karşı alternatif bir gelir kaynağı olmasıdır.

Yalnız, özellikle büyükbaş hayvanlar iklimi pek yağışlı olmayan ve bitki örtüsünün zaten zayıf olduğu yerlerde çevre için bir tehdit oluşturmaktadır. Buna ek olarak, büyükbaş hayvanların toprak üzerine uyguladığı kuvvet bir yandan toprağın sıkışmasına diğer yandan da toprağın su tutucu önemli bileşenlerini yitirmesine ve dolayısıyla erozyona daha fazla maruz kalmasına neden olmaktadır(World Bank, 1992: 142).

4. TOPRAK BOZULMASININ DOLAYLI NEDENLERİ

Toprak bozulmasına doğrudan neden olan etkenlerin yanında, çiftçilerin tarımsal uygulamaları, toprak korumaya ilişkin yatırımların eksikliği ya da kısa dönemli olması gibi bu süreci hızlandıran dolaylı sebepler de mevcuttur(World Bank, 1992:55).

4.1. Fakirlik

Fakirlik ve toprak bozulması arasındaki ilişki oldukça karmaşıktır. Toprağın iklim değişikliği, nüfus artışı gibi durumlar karşısındaki esnekliği ve doğal kaynaklara duyulan talep bu ilişkinin niteliğinin belirlenmesinde büyük önem taşımaktadır.

Gelişmekte olan ülkelerdeki kırsal kesimde ikamet eden fakir halkın kişi başına düşen gelir miktarındaki azalmaları telafi etmek ya da bu miktarı belirli bir sabit oranda tutmak için doğal kaynaklara daha fazla yüklenirler. Fakirlik, üretim fazlası oluşturmak amacıyla tarım alanlarının genişletilmesine, aşırı otlatmaya ve ormanların yok edilmesine de sebep olmaktadır. Buradaki döngü toprağı gitgide verimsiz hale getirmekte ve hem işsizliği hem de fakirliği arttırmaktadır(Brown ve Wolf, 1997:32-40).

Sundaram ve Tendulkar Hindistan’da kırsal kesimler üzerine kimi araştırmalar yapmışlardır (Sundaram ve Tendulkar: 1993). Çalışmaya göre kırsal kesimdeki fakir ve işsiz halkın %75’inden fazlası iki gruba ayrılabilir: topraksız işçiler ve küçük çaplı çiftçilik yapanlar (Sundaram ve Tendulkar: 1993:315-320). Görüldüğü üzere işsizlik ve yeteri kadar toprak sahibi olamama ya da toprak erişiminin kısıtlı olması bu gibi kesimlerde fakirliğin nedenini açıklayan kuvvetli iki değişkendir. Açıkçası, fakirlik kırsal kesimlerde kentsel kesimlerde görüldüğünden daha yaygındır. Buna karşın, son zamanlarda kırsal kesimde farklı sebeplere bağlı olarak sayıları artan işsiz insanlar kentlere göç etmekte ve kentsel işsizlik oranını arttırmaktadırlar. Böylece, kentsel işsizlik oranı ve gelir dengesizliği artışı kırsal kesimdekinden fazla olmaktadır.

Her ne kadar gelişmekte olan ülkelerdeki çiftçiler ekonomik ve sosyal hayatlarının büyük bir çoğunluğunun toprağa bağlı olduğunun farkında olsalar da, toprak bozulması sürecinde çözümleyici aktif rol oynayamamaktadırlar. Zaten, fakir çiftçiler daha az verimli olan ve daha dik yamaçlarda bulunan topraklarda tarım yaptığından toprak erozyonunu engellemeye çalışmak bile onlar için başlı başına bir problemdir. Unutmamak gerekir ki bu çiftçiler topraklarında uzun vadeli verimliliği sağlayabilecek yatırımları gerçekleştirme kapasitesine sahip değildirler. Direkt olarak maliyetli gibi gözükmese de, bir dönemlik ürün alımı eksileceğinden nadasa bırakma yöntemi de bu çiftçilerce pek tercih edilmemektedir.

4.2 Toprak Mülkiyeti

Toprak mülkiyeti, toprağın kullanımının ve toprak koruma yöntemlerinin belirlenmesinde önemli bir yere sahip olduğu için toprak bozulmasında dolaylı da olsa bir etkiye sahiptir. Özellikle gelişmemiş ülkelerde tapu sistemindeki aksaklıklar ve çiftçilerin kamu arazilerini de tarım alanlarına dönüştürmesi toprak bozulmasında ‘mülkiyet’ probleminin ne kadar önemli olduğunu gün yüzüne çıkarmaktadır.

Son zamanlarda gelişmekte olan birçok ülkede tarım alanlarının toplumsal eşitliği sağlamak amacıyla devlet tarafından belli dönemlerde yeniden tahsis edilmesi ya da toprak mülkiyetine ilişkin belirsizlikler toprak koruma uygulamalarının gerilemesine neden olmaktadır. Çiftçiler toprağın kendisine yatırım yapmak istese ve toprak koruma uygulamalarına girişse bile mülkiyet belirsizliği çiftçilerin bu yatırım sürecinde gereken kredilere başvurup bu kredileri kullanma isteğini azaltmaktadır.

Kamu mülkiyetinin olduğu durumlarda bireylerin çevreye karşı daha duyarlı ve sorumluluk duygusuna sahip oldukları düşünülür. Bu da sistemin, varlığını kendiliğinden sürdürebilmesini sağlar. Bu toplumlardaki toplumsal bilinçlilik sayesinde, her üye birbirine ve daha sonraki kuşaklara sıkıca bağlıdır ve bireysel mülkiyet çok da önem taşımamaktadır( Nadel, 1946:14).

Normalde, doğal kaynakların yönetilmesinde özel mülkiyetin diğer tür mülkiyetlerden daha etkili olduğu düşünülür. Çünkü sahiplik duygusu söz konusu alanlardaki çiftçilerin ağaç dikme ya da toprak korumaya ilişkin girişimlerde bulunma gibi uzun vadeli yatırımlar yapmasını teşvik etmektedir (World Bank, 1992:30-35). Buna rağmen, gelişmekte olan ülkelerde bireysel toprak mülkiyetini savunmak pek doğru değildir. Öncelikle, mülk sahibi toprağı sürdürülebilir bir şekilde işlemeyebilir. Bir diğer neden de toprakların verimli ve sürdürülebilir bir şekilde işlenilmesini garantileyen uygulamaların eksikliğinde kişisel toprak mülkiyetinin bir şey ifade etmemesidir.

4.3. Nüfus Artışı ve Dağılımı

Hızlı nüfus artışının çevresel tahribat üzerinde neredeyse en önemli faktör olduğunu vurguladık. Hızlı nüfus artışının çevresel tahribata sebep olma sürecinde ilk adım şüphesiz artan nüfusun ya tarım alanlarını gasp etmesi ve buralara yerleşmesidir ya da artan gıda ihtiyacını karşılamak için tarım alanlarını yerleşim alanlarına kaydırmasıdır. Her iki durumda da dengesizleşen dağılım toprak bozulmasında etken rol oynamaktadır.

Bilindiği üzere gelişmekte olan ülkelerde ekonomi tarıma oldukça fazla bağımlıdır. Üretim ve sanayi sektörü bu gibi ülkelerde çok fazla iş olanağı sunamamaktadır. Hızlı nüfus artışının toprak bozulmasına olan etkisi toprağın taşıma kapasitesine dayanmaktadır. Nüfus arttıkça, kişi başına düşen ekilebilir alan ve otlatma alanı küçülmekte ve tarımsal arazi bir genişleme göstermektedir. Bu bağlamda artan ekilebilir alan ihtiyacı, ağaçların yakıt ve inşa amacıyla kesilmesi çevresel bozulma sürecini tetiklemiştir. Yapılan bilimsel çalışmalarda nüfus artış oranı ve ormanların yok olması arasında büyük bir bağıntı bulunmuştur ( Cruz,1994; Koop ve Tole; 1999).

Toprağın taşıyabilme kapasitesine doğru yaklaştıkça, kırsal kesimde işsizlik artmaya başlar ve insanlar köylerden kentlere göç ederler. Göç edilen kentlerde zaten mevcut olan alt yapı sorunu yeni gelen nüfusla daha da çözümsüz hale gelir. Sonuç olarak bu durum kentsel güvenliğin hırsızlık, cinayet gibi suçlarla sarsılmasına, fakirliğe ve çevre kirliliğine yol açmaktadır.

Pearce ve Turner (1990:10), kırsal kesimlerdeki hızlı nüfus artışını fakirliğe karşı konulan bir tepki olarak değerlendirmektedir. Bu yüzden de, her ne kadar doğal kaynakların etkin olarak yönetilememesinde nüfus artışını sorumlu tutsak da, salt nüfus artışı ve doğal kaynakların tahribatı bağlamında bir bağıntı kurmak doğru değildir.

Nüfus artışının kendisi de aslında çevresel bozulmayı doğuran aynı nedenlerin bir sonucudur. Yukarıda sözü edilen nüfus artışı ve çevresel bozulma ilişkisi, problemi zorlaştıran daha nice alt ilişkileri barındırmaktadır.

5. NÜFUS PROBLEMİ DEĞERLENDİRMELERİ

Birçok ülke nüfus artışını azaltmak ya da artışı durdurmak amaçlı ulusal nüfus politikaları ve stratejileri geliştirmişlerdir. Bu durum daha çok ekonomik geçiş süreci yaşayan Çin, Hindistan, Endonezya gibi ülkeler için geçerlidir. Örneğin, Çin’de özellikle kentli ailelerin tek çocuk sahibi olması teşvik edilmektedir. Söz konusu politika ailelerce uygulanmadığında maddi ve manevi yaptırımlar devlet tarafından gündeme getirilmektedir. Mevcut veriler Çin’in bu politikasının nüfus artış oranını azaltmada etkili olduğunu göstermektedir (Nowels ve Veilette, 2006:12-14).

1970’lerde Hindistan hükümeti de Çin’dekine benzer bir kısırlaştırma politikası geliştirmiş ve bunun karşılığında kimi ekonomik teşvikler ortaya konmuştur. Ne var ki, halkın bu duruma isyan etmesiyle bu politika pek uzun soluklu olamamıştır. Bu şekilde dayatmacı politikaların başarılı olup olamayacağı ve bu geçiş ülkelerinde hızlı nüfus artışını engellemede işe yarayıp yaramayacağı tartışma konusudur. Aslında, direkt nüfus artışına odaklanan politikalar geliştirmektense bu artışı tetikleyen etmenlerin yok edilmesine yönelik politika ve stratejilerin benimsenmesi daha akıllıca olabilir. Fakirliği yok etme, halk sağlığına ve eğitime yatırım yapma, kadınların toplumdaki değerini arttırmaya odaklı politikalar çok da uzun olmayan vadelerde etkin bir nüfus politikası oluşturulmasına en büyük katkıyı sağlayacaktır.

5.1. Fakirlik ve Gelir Eşitsizliği

. Fakirlik ve gelir eşitsizliği alınan bazı önlem ve belirlenen bazı stratejilerle ortadan kaldırılacak gibi gözükmemektedir. Yine de bu olumsuz sonucu ortaya çıkaran öncül sebeplerin düzeltilmesi ve eğitim, sağlık gibi alanlarda gerekli yatırımların yapılması söz konusu problemi büyük ölçüde hafifletecektir. Gelir dağılımındaki eşitsizliklerin de giderilmesi benzer bir yolla olabilir. Hatta, gelir dağılımındaki eşitsizlikleri olabildiğince giderebilmek nüfus dağılımını da dengeleyecektir ve böylece bir taraftan ekonomik gelişme sağlanırken diğer yandan da toprak bozulmasının en önemli dolaylı etkenlerinden biri asgariye inmiş olacaktır.

5.2. Halk Sağlığı

Halk sağlığındaki gelişmeler sakatlık ya da ölümlülük oranını kısa vadede azaltabilir. Bu gelişmelere bağlı olarak nüfus artışında bir patlama olacağını söylemek yanlış olur. Çünkü diğer sosyal ve ekonomik gelişmelerin de yardımıyla aileler çocuk sayısını arttırmaktan ziyade çocuklarını iyi yetiştirmeyi hedefler. 1970’lerden beri temel sağlık hizmetlerinde görülen gelişmeler, gelişmekte olan ülkelerdeki bebek ölüm oranını azaltmış ve toplam yaşam süresinin de uzamasına katkıda bulunmuştur. Yine de ülkeler arasında ve ülke içinde ekonomik konum ya da cinsiyet gibi değişkenlere bağlı olarak sağlık hizmetlerinden yararlanma konusunda eşitsizlikler mevcuttur.

6. KADINLAR VE ÇEVRE

Erkeklerin baskın olduğu bir dünyada kadına yönelik çeşitli ayrımcılıkların olması kaçınılmazdır. Bu ayrımcılığı ortadan kaldırmanın tek yolu kadınların eğitim seviyelerinin arttırılması ve politikadan iş hayatına birçok sosyal alanda aktivite kazandırılmasıyla olur. Son yıllarda bu bağlamdaki gelişmeler kayda değerdir. Ulusal kalkınma politikalarında kadına yer verilmiş ve kadına yönelik bakanlıklar kurulmuştur.

Dünya nüfusunun yarısından fazlasını oluşturmalarına rağmen kadınlar yargı alanında, kamu yönetiminde ve özel sektörde gerektiği kadar temsil edilememektedir. Eğer kadınların yeteri kadar temsil edilemeyişi probleminin ekonomik gerilikle ve gelir dağılımı eşitsizliğiyle yakından alakalı olduğunu hatırlarsak, kadınların özel ve kamu yaşamında katılımlarının artmasında, ekonomik gelişmenin devlet ya da özel kurumlardan daha etkili olabileceğini söyleyebiliriz(World Bank,1992: 173).

Kadınların sürdürülebilirlik ve doğal kaynakların yönetimi bağlamında kalkınmaya katkıları artık daha geniş kitlelerce kabul görmeye başlamıştır. Hem ulusal hem de uluslararası fon programları kadınlara öncelik vermektedir. Birçok ülkedeki ulusal kalkınma stratejisi programları artık kadınların rolünü açıkça kabul etmektedir. Dünya nüfusunun yarısından fazlasını oluşturmalarına rağmen, kadınlar erkeklere oranla iş gücü bağlamında daha az temsil edilmekte ve daha az okuma yazma oranına sahiptir.

Bu farklılıklar gelişmekte olan ülkelerde daha belirgindir. Dahası, bu gibi ülkelerde kadınların beslenme ve sağlık standartları oldukça düşüktür. Mâli kaynaklarının fazla olmaması ve çalışamama gibi nedenlerden dolayı kadınlar kredi ve diğer destek servislerinden faydalanamamaktadırlar(World Bank, 1992: 30).

Kişi başına düşen gelir arttıkça nüfus artışı oranları da azalmaya başlar. Güney Kore’de nüfus artış oranı 1960-70 yılları arasında %2.4 iken bu oran 1990’da % 0.9’a düşmüştür. Bu düşüşteki en önemli faktörlerden bir tanesi şüphesiz ki çalışan kadın sayısının büyük bir hızla artmasıdır (Repetto, 1985: 131-6). Kadınların eğitim düzeylerinin artması ve bu yolla da onlar için daha geniş iş olanaklarının sağlanması çocuk sahibi olmanın fırsat maliyetini arttırır ve kadınların evliliği ertelemesi ya da istenen çocuk sayısını azaltması yoluyla doğum oranını azaltır. Diğer bir faktör de ailelerin eğitim düzeyinin artmasıyla ebeveynlerin zamanları iş ya da dinlenme zamanı olarak değerlendirilmeye başlar. Bu da daha kaliteli bir aile olabilmek adına aile büyüklüğünün küçülmesi sonucunu doğurmuştur. Böylece eğitim ve yetiştirmeye yapılan yatırım daha çok çocuk dünyaya getirme düşüncesini bastırmış olmaktadır.

GENEL DEĞERLENDİRME

Ekonomik büyümenin kaynak sıkıntısı yaratıp yaratmadığı kesin değildir. Yeni-Malthusçu ekonomistlerin tahminlerini doğrulayacak bir gelişme henüz meydana gelmemiştir. Zaten yeni-Malthusçu hipotezler sadece fiziksel boyutlar taşımaktadır. Yani fiyat mekanizması, yeni kaynakların keşfi, gelişen üretim teknikleri, benzer işlevli kaynakların yaygınlaşıp kullanılması ve bu alandaki gelişmeler, tüketim biçimlerindeki olası değişiklikliler gibi parametreler ekonomik büyüme karşıtı bu değerlendirmelerde bulunmamaktadır. Büyüme taraftarlarının teknolojik gelişmelere verdiği önemse zaten gerçekçilikten uzaktır.

Nüfus artışı çevre ve kalkınma için hem olumlu hem de olumsuz bir fonksiyona sahip olabilir. Nüfus artışı sayesinde alternatif kaynaklar bulunabilir ve teknolojik gelişim hızlanabilir. Diğer yandan da doğal kaynakların tüketilmesi kalkınma hızını ve çevresel kaliteyi azaltır. Tarımsal üretimi arttırmaya yönelik uygulamaların da toprak ve çevre kalitesine olumsuz yansıması nüfus artışının olumsuz yönlerinin olumlu yönlerinden baskın olduğunu göstermektedir.

Hızla artan nüfusun altında yatan temel nedenleri belirlemek ve bunların üzerine gitmek daha büyük bir başarı elde edilmesini sağlayacaktır. Hızlı ekonomik büyümenin iş alanları yaratacağı ve gelir dağılımının dengelenmesi konusunda etkili olacağı hesaba katılırsa, nüfus artışı problemini daha kısa vadede çözmek için hızlı ekonomik büyüme önerilebilir. Elbette, alt yapı sorunları çözülmeden gerçekleşen ekonomik büyümenin çevresel zararları tartışılmazdır. Yine de, nüfus artışını çevresel bozulmanın tek sebebi gibi algılamak doğru değildir. Çevre bozulması birçok etmenin ve özellikle de dinamik durumlar karşısında iyi belirlenemeyen yönetim politikalarının bir sonucudur.


KAYNAKÇA
Araya, B. ve Asafu-Adjaye, J. (1999). “Returns to Farm-Level Soil Conservation on Tropical Steep Slopes: The Case of the Eritrean Highlands”. Journal of Agricultural Economics,Vol. 38(2): pp.164-175.
Barney, G.O. (1980). The Global 2000 Report to the President of the U.S. Entering the 21st Century. Pergamon Press, New York.
Brown L.R. ve Wolf E.C. (1997), Toprak Erozyonu, TÜBİTAK-TEMA Vakfı Yayınları, Ankara.
Cruz, M.C.J. (1994). “Population Pressure and Land Degradation in Developing Countries”.pp:135-147. In Population, Environment and Development. United Nations, New York.
Çağlar, Y. (1992), Türkiye Ormanları ve Ormancılık, İletişim Yayınları, İstanbul.
Fogel, R.W. (2005).Reconsidering Expectations of Economic Growth after World War II from the perspective of 2004. http://www.imf.org/External/Pubs/FT/staffp/2005/03/pdf/fogel.pdf [Erişim Tarihi:15.03.2009]
Grossman, G. and A. Krueger. 1995. “Economic growth and the environment” Quarterly Journal of Economics, Vol.110(2), pp. 353-377.

IUCN, UNEP and WWF (1980). World Conservation Strategy: Living Resource Conservation for Sustainable Development. International Union for Conservation of Nature and Natural Resources, Gland.
Kahn, H., Brown, W., and Martel, L. (1976). The Next 200 Years: A Scenario for America and the World. William Morrow, New York.
Koop, G. and Tole, L. (1999). “Is there an Environmental Kuznets Curve for Deforestation?” Journal of Development Economics, Vol. 58, pp.231-244.
Lal, R.(1994). Soil Erosion Research Methods.
Delray Beach, Fla. : St. Lucie Pres.
Malthus, T.R. (1872). An Essay on the Principle of Population. 7th Edition, Reeves and Turner, London.
Morgan, S. Philip. (2003). ‘Is Low Fertility a Twenty-First Century Demographic Crisis?” Demography 40:589-603.
Meadows, D.H., Meadows, D.L. and Behrens, W. (1972). The Limits of Growth: A Report to the Club of Rome's Project on the Predicament of Mankind. Universe Books, New York.
Mill, J.(1963). Elements of Political Economy, Reprints of Economic Classics.New York.
Nadel, S.F. (1946) “Land Tenure on the Eritrean Plateau. Africa: Journal of the International African Institute, Vol. 16(1), pp.1-22.
Nowels, L. and Veilette, C.(2006).
International Population Assistance and FamilyPlanning Programs: Issues for Congress. http://italy.usembassy.gov/pdf/other/RL33250.pdf [Erişim Tarihi:15.03.2009]
Pearce D.W. and Turner, R.K.1990. Economics of Natural Resources and the Environment. Harvester Wheatsheaf , London.
Repetto, R. (1985). “Population, Resource Pressures, and Poverty”. In Robert Repetto (ed.), pp:131-169. The Global Possible: Resources, Development and the New Century. Yale University Press, New Haven:
Stern, D.I., Common, M.S., and Barbier, E,B. (1996). “Economic Growth and Environmental Degradation: The Environmental Kuznets Curve and Sustainable Development”, World Development, Vol. 24(7), pp.. 1151-1160.
Sonneveld, B.(2003).
Formalizing Expert Judgments in Land Degradation Assessment: a case study for Ethiopia. Land Degrad. Develop. Vol. 14, pp. 347-361.
Sundaram, K. and Tendulkar, S. 1988. “Toward an explanation of interregional variations in poverty and unemployment in rural India”.,pp.315-62. in T.N. Srinivasan and P.K. Bardhan (eds.), Rural Poverty in South Asia (New D

0 yorum :

Lütfen Yorumunuzun anlaşılır ve imla kurallarına uygun olmasına dikkat ediniz.

-