-

Türkiye'de İç Mimarlık - İç mimarlık eğitimi hakkında

6 Mayıs 2012 Pazar yazildi.
Sponsorlu Bağlantılar

Türkiye'de ‘iç mimar’ ünvanını alabilmek için bir üniversitenin dört yıllık eğitim veren bir iç mimarlık lisans programından mezun olmuş olmak gerekmektedir. Ayrıca bu konuda ihtisaslaşmak isteyen meslek insanları için yüksek lisans, doktora/sanatta yeterlik eğitimi veren enstitülerin programları da bulunmaktadır. Günümüzde Türkiye’de devlet üniversitelerinden Karadeniz Teknik Üniversitesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Anadolu Üniversitesi,Akdeniz Üniversitesi Kocaeli Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Çukurova Üniversitesi ve Selçuk Üniversitesi’nin yanı sıra birçok vakıf üniversitesin de katılımı ile 38 bölümde iç mimarlık lisans ve lisansüstü eğitimi verilmektedir.


İç Mimari, İç Mimarlık

İç Mimari ev, okul, hastane, konser salonu, cami, kilise gibi akla gelebilecek her türlü yapının içinin düzenlenmesidir. Tarih boyunca toplumsal, ekonomik, kültürel ve teknolojik gelişmeler insanları yeni yaşam biçimleri oluşturmaya, koşullara uygun yaşa­ma ortamları yaratmaya yöneltmiştir. Mezo­potamya, Mısır, Afrika ve Güney Ameri­ka'da yapılan arkeolojik kazılar insanların barınmaya ve yaşamaya uygun bir ortam oluşturma çabaları konusunda önemli bilgiler sağlamıştır .
İç mimarlığın bilinçli bir etkinlik ve ayrı bir uzmanlık alanı olarak ortaya çıkması ve geliş­mesi 20. yüzyıl ortalarına rastlar. İç mimarlık­ta amaç, yapının teknik özellikleri elverdiği ölçüde, kullanım amacına uygun ve hoş bir ortam yaratmaktır. Tavanın, duvarların, dö­şemenin niteliği, pencere ve kapıların biçimi, boyutları, aydınlatma, dekorasyon ve renk seçimi gibi konuların tümü iç mimarlığın kapsamına girer. Bu bakımdan iç mimarlık dekorasyon ve mimarlık dallarıyla sıkı bir ilişki içindedir . Söz gelimi okullar çocukların ve gençlerin öğren­mek için günün belirli bir bölümünde içinde bulunmak zorunda oldukları yapılardır. Bu nedenle sınıfların, toplantı salonlarının, oyun ve beden eğitimi alanlarının geniş, havadar, aydınlık ve sağlık koşullarına uygun biçimde düzenlenmesi gerekir. Pencerelerin biçimi, büyüklüğü, kullanılan gereçlerin amaca ve sağlığa uygunluğu, mobilya ve renk seçimleri, salon, kantin ve yemekhanelerin düzenlenme biçimi, çocuklar ve gençler üzerinde yarataca­ğı etki açısından son derece önemlidir. İç mimarlıkta güzellik ve işlevsellik birbirini tamamlayan iki ana öğedir. Örneğin, bir konser salonu ne kadar güzel bir biçimde tasarlanmış olursa olsun, akustiği iyi değilse, yani ses dalgalarının yayılmasını ve yankılan­masını sağlayan mimari yapı elverişsizse, asıl işlevini yerine getiremiyor demektir.
Bugünkü modern yapılar son derece kar­maşık teknolojilerin ve yöntemlerin ürünü­dür. Bir mimarın tek başına yapıların her yönüyle ilgilenmesi ve çözüm getirmesi ola­naksızdır. Bu bakımdan iç mimarlık kaçınıl­maz bir biçimde mimarlıkla bağlantılı ama aynı zamanda ayrı bir uzmanlık dalı olarak ortaya çıkmıştır.
İlkçağ
Yaşamaya elverişli, korunaklı ve kalıcı bir iç düzen yaratma çabası tarihte ilk kez tarımsal yerleşik düzene geçişle birlikte başladı. Yerle­şik düzene geçmeden önceki göçebelik döne­minde insanlar çadırlarda yaşarlardı. Çadırla­rını kilim, halı, hasır ve örtü gibi toplanıp taşınması kolay eşyalarla döşerlerdi.
Arkeolojik kazılardan anlaşıldığına göre Eski Mısır'da evler kerpiçten ya da pişmiş tuğladan yapılırdı. Masa, koltuk, yatak gibi bugün bildiğimiz türden eşyalar olmadığın­dan, bez ya da hayvanjderileriyle kaplı, çeşitli boyutlarda pişmiş topraktan yapılmış tabla ve setlerden yararlanılırın. Evlerin tabanı da topraktı. Sandalye, masa türünden taşınabilir mobilya yapımına İ<D 2000-1600 yıllarında başlandı. Ne var ki, o dönemde mobilya ya da vazo, çanak çömlek türünden süs eşyaları ancak varlıklı kimselerin evlerinde ve saray­larda bulunurdu. Firavunların saraylarında duvarlar ve taban nilüfer, papatya, çeşitli kuş ve hayvan desenleri ya da parlak sarı, gri, beyaz, siyah ve kırmızı renklere boyanmış ahşap panolarla süslenirdi
Mezopotamya'da Sümer, Asur ve Babil uygarlıkları döneminjie evler kerpiçten yapı­lırdı. Evlerin orta bölümünde bir büyük oda ve onu çevreleyen, justü kapalı ya da açık bırakılmış odalar bulunurdu. Palmiye ağacın­dan yapılan kapı çerçeveleri, kötü ruhları kovacağı inancıyla, kırmızıya boyanırdı. Var­lıklı kimselerin evlerinde ve saraylarda tunç ve fildişinden yapılmft süs eşyaları vardı .
Med ve Pers uygaljlıkları döneminde saray­larda duvarlar sırlı vle mineli çinilerle, tavan canlı renklerle resimlenerek süslenirdi Eski Yunan ve Girit Adası'nda gelişen Mınos uygarlığı döneminde süsleme sanatı doruğuna ulaşmıştı. Girit Ada-sı'ndaki Knossos Sarayı'nda yapılan kazılar­da, o çağda insanların nasıl yaşadıklarını açıklayıcı kalıntılar Dulundu. Saray duvarları çeşitli insan ve hayvan figürlerinden oluşan fresklerle, günlük yaşamı, av ve spor sahnele­rini betimleyen kabartmalarla bezenirdi. İç bölümlerin süslenmesinde, doğayı canlandı­ran çeşitli kuş ve çiçek desenleri kullanılır, tabanda siyah beyaz ya da renkli mozaikler­den yapılma desenler yer alırdı
O dönemde kullanılan mermer, pişmiş top­rak, gümüş ve fildişinden yapılmış sandalye, koltuk, divan, sandık, çekmece gibi eşyaların bir bölümü günümfize kadar ulaşabilmiştir. Zarif sütunlar, tana, yarı tanrı ve mitolojik kahramanların mermerden oyulmuş heykelle­ri saray ve tapınaklarda en çok kullanılan süs öğeleriydi 
Romalılar ise mimarlık, dekorasyon ve mobilya yapımında Yunanlılar'ı taklit etmek­le yetindiler. Sütunlar, duvar panoları, fresk­ler ve mozaiklerle donatılmış evlerini ve saraylarını, görkemli ve lüks bir yaşam sür­düklerini gösteren geniş divanlar, renkli ipek yastıklar, Mısır'dan ve Çin'den gelme altın, gümüş, ipek işli halılar, gümüş, altın, tunç ve fildişinden yapılma heykelcikler ve vazolarla süslerlerdi. Fresklerde ve çanak çömlekte en çok göze çarpan desenler defne ve zeytin dalları, asma yaprağı, üzüm salkımı motifleri, kartal, aslan, koç ve efsanelerde adı geçen hayvan figürleriydi. Doğu ülkelerinden getiri­len değişik renk ve nitelikteki mermerler önemli bir yapı gereciydi. Romalılar cam işçiliğinde ileri bir düzeye ulaşmış olmakla birlikte, o dönemde cam pahalı bir gereç olduğundan yalnızca varlıklı kimselerin evle­rindeki pencerelerde kullanılırdı. Bu evlerin bazılarında resim galerileri bulunurdu.

Ortaçağ

Ortaçağın başlarında yapılara egemen olan Romanesk üslup 12. ve 13. yüzyıllarda yerini Gotik üsluba bıraktı. Gotik üslubun en belir­gin özelliği göğe doğru yükselen sivri kuleler, kubbeler, kemerler ve renkli camlarla bezen­miş pencerelerdi. O dönemde Avrupa'da aralıksız süren savaşlar olduğu için soylular hendeklerle çevrili, kale benzeri büyük şato­larda otururdu. Doğu ülkelerinden getirtilen ipek örtüler, duvar halıları, altın ve gümüş gibi değerli madenlerden yapılmış eşyalar şatoları süslerlerdi . Taban ve tavandaki canlı renklerle bezeli ahşap panolar resimlerle kaplı olurdu. Bazı malikânelerde duvarlar o dönemde çok ender bulunan ve pahalı bir gereç olan duvar kâğıtlarıyla kaplanırdı
Toprağı işleyen sertler ve öteki halk kesim­leri ise kerpiçten yapılmış, son derece sade ve kaba görünüşlü evlerde yaşıyordu. Bu evler genellikle tek odalı olurdu. Duvarlar taş ya da ağır ve kalın ahşap kirişlerden yapılırdı. Pen­cereler camsız, küçük ve dardı. Soğuğa karşı korunmak için cam yerine ahşap kepenkler kullanıldığı için odalar yeterince ışık alamaz, insanlar gündüzleri de murn ya da kandil yakmak zorunda kalırlardı. Odanın ortasında bir ateş yanar, duman tavanın ortasındaki delikten dışarı çıkaıdı. Eşyalar kaba ağaç kütüklerinden yapılmış masa, sedir, tabure ve sandalyelerden oluşurdu. Taban ise taş ya da topraktı.
Çok odalı ya da bölmeli konut biçimine 12. yüzyılda geçildi. Evlare mutfak, oturma odası ve yatak odası gibi! ayrı bölümler eklendi. Mutfaklarda büyük ijir ocak, duvarlarda kap kaçak asmak için irijçengeller, ortada genel­likle büyük bir ahşap masa olurdu.
Avrupa'da iç mimarlığın gelişiminde 7. ve 8. yüzyıllarda İspanya'yı istila eden Araplar' ın ve Haçlı Seferler] sırasında Avrupalılar'ın tanıştığı doğu süsleme sanatlarının da etkisi olmuştur. Mozaik, |aş ve çini işçiliği, çiçek motifleri ve geometrik desenlerden oluşan yüzey bezemeleri ağırlık kazanmıştır. İspan­ya'nın Granada kentindeki Elhamra Sarayı , İran'da Isfahan, Meş-hed ve Tebriz kentlerindeki camiler; Anado­lu'da Ankara, Afyonkarahisar, Konya, Niğ­de, Kayseri, Erzurum ve Sivas'ta Anadolu Selçuklu Devleti'nden kalma cami, medrese, han ve kervansaraylar İslam sanatının iç mimarlık bakımından en yetkin örnekleridir

Rönesans

Sanat tarihinin en ı önemli olaylarından biri olan Rönesans sanatı, 15. yüzyılın başında İtalya'nın Floransa! kentinden Avrupa'nın öteki ülkelerine yakılarak 16. ve 17. yüzyıllar­da doruğuna ulaştı Düşünce ve sanat alanındaki yenilik ve gelişmelerin yanı sıra değişen toplum düzeni ve zenginleş
me süreci, insanların yaşam biçimini önemli ölçüde etkiledi. Saraylar, şatolar ve kiliseler büyük bir özenle yalın ama görkemli bir biçimde süslendi. Bu yapıların içleri geniş, yüksek tavanlı ve aydınlıktı.
Yapıların içinde ve dışında resimler, hey­keller, sütunlar ve alçı kabartmalar yer alır­ken, ahşap ve fildişi oymacılığı, altın ve gü­müş işçiliği de gelişti. Fresklerde, tavan ve du­var panolarında en çok göze çarpan desenler tarihsel olayları betimleyen görüntüler, çiçek, meyve, hayvan ve melek motifleriydi. Tavan­lar yaldız ve altın kaplama, taban mermer ya da ahşaptandı. Merdivenler, kapılar, pence­reler, şömineler dantel gibi oymalarla ve ka­bartmalarla bezendi. Duvarlar bazen işlemeli ipek ve kadife örtülerle ya da son derece de­ğerli halılarla kaplandı.
Fildişi ve sedef kakmalı mobilyalar, cam, kristal ve seramik eşyalar, vazolar, aynalar yapıların iç dekorasyonunda yaygın bir biçim­de kullanıldı.

17. ve 18. Yüzyıllar

17. yüzyılda, Eski Yunan ve Roma sanatını yani klasik sanatı temel alan Rönesans üslubu yerini Barok üsluba bıraktı. Barok mima­rinin en belirgin özelliği yapıların ve iç deko­rasyonun son derece gösterişli ve görkemli ol­masıydı. Bu üslubun yaratıcısı İtalyan sanatçı Gian Lorenzo Bernini resim, heykel ve mi­marlık alanında verdiği yapıtlarla ün kazandı {bak. Bernini, Gian Lorenzo). Mermer, ahşap, altın ve yaldız kaplamalar, kristal aynalar, alçı kabartmalar ve resimli panolar yapıla­rın iç süslemesinde yoğun bir biçimde kullanıl­dı. Kral XIV. Louis'nin yaptırdığı Versailles Sarayı bu üslubun en güzel örneklerinden bi­ridir.
18. yüzyılın başlarında Barok sanatın yerini Rokoko aldı. Bu yeni üslupta simetrik olma­yan desenlere yer veriliyordu. Tavan, du­var süslemeleri ve mobilya yapımında en çok çiçek motifleri kullanıldı. Süslü ve gösterişli duvar panolarında kır ve köy yaşamını betim­leyen resimler ağırlık kazandı. O dönemde kullanılan başlıca dekorasyon öğeleri tunç, al­tın, gümüş, porselen biblolar, vazolar, yemek takımları, çiçek motifleriyle çerçevelenmiş büyük boyutlu aynalar, oymalı, altın ve yaldız kaplama mobilyalardı. Tavan ve duvar beze­melerinde başta mavi ve beyaz olmak üzere çoğunlukla pastel renkler kullanıldı.
Rokoko'nun ardından 1750'lerde Fransa' da yeni bir akım ortaya çıktı. XVI. Louis üs­lubu olarak da bilinen Yeniklasikçilik'in (Neo-klasik) gelişmesinde, İS 79'da Vezüv Yanar­dağının püskürttüğü lavlar altında kalan Pompei ve Herculaneum kentlerinin yeniden ortaya çıkarılmasının; büyük payı vardı (bak. pompei). Barok ve Rokoko'dan sonra yeni bir arayış içine giren miıjnarlar ve sanatçılar Eski Yunan ve Roma mimarisine yeniden ilgi duy­maya başladılar. Kazılar sonucu ortaya çıkarı­lan heykel ve fresklerin etkisiyle sanat yapıt­larında simetri, düz Ve yalın çizgiler, yuvarlak ve oval biçimler yeniden gündeme geldi.
Yeniklasikçi üslup mimarlık, iç mimarlık ve dekorasyon alanlarında da etkili oldu. Tavan, döşeme ve duvarlar ^val, yuvarlak ya da kare olarla ve alçı kabartma-ve Rokoko dönemlerin-a geniş ve aydınlık gös-asılan büyük aynalar ar-Pencereler daha büyük, odalar daha aydınlık ve ferahtı. Şömineler da­ha küçük ve sadeydi Odalar çiçek ve palmiye motifli duvar kâğıtları, mermer sütunlar, tunç heykelcikler, saten ya da kadife perdeler, bü­yük avizeler ve şamdanlarla süslendi.

19. Yüzyıl

19. yüzyıl ortalarında Avrupa'da sanayileşme-ışam biçimlerini de etkile­di. Mobilya, duvarl kâğıdı ve halı gibi birçok ev eşyasının makinelerle, düşük maliyetle üretilmesi bunların daha geniş bir alıcı çevre­sine ulaşmasını sağladı. Eşyalar ucuza alına­bildiği için, evler doldurulmuş hayvandan vantilatöre, resimden cam eşyaya kadar bir­çok süs ya da kullanım eşyasıyla tıka basa dol­maya başladı.
19. yüzyılda iç dekorasyonda değişik akım­lar ve yönelimler baş gösterdi. Bazı insanlar Gotik üslubu taklit ederken, bazıları da Uzak­doğu'nun sade ve rahatlatıcı üslubundan esin­lenerek Japon üslubunu benimsedi. Gene ba­zıları evlerinin her odasını ayrı bir biçimde döşemeye başladı.
İngiltere'de evlerin ucuz ve niteliksiz fabri­kasyon eşyalarla dolmasına karşı çıkan bazı sanatçılar, tasanmcı William Morris'in önder­liğinde Güzel Sanatlar ve El Sanatları Hare-keti'ni başlattılar. Fabrika ürünlerinin özgün­lükten yoksun, çirkin ve değersiz olduğunu söyleyen VVilliam Morris bir grup arkadaşıyla birlikte mobilya, duvar kâğıdı ve benzeri eş­yaları yaparak en iyi desen ve biçimlerin el emeğiyle elde edilenler olduğunu kanıtlama­ya çalıştı. Morris, yapıtları ve ileri sürdüğü düşüncelerle kendinden sonraki birçok sanat­çıyı da etkiledi. Onun düşüncelerini benimse­yen ABD'li mimar Frank Lloyd Wright'dır
1890'larda evlerin niteliksiz ve zevksiz bir sürü gereksiz eşya ile doldurulmasına karşı çı­kan bir başka akım da, Belçikalı mimar ve tasarımcı Henry van de Velde, Victor Hor-ta, Avusturyalı mimar Otto Wagner ve Jo­seph Olbrich'le İskoçyalı mimar Charles Ren-nie Mackintosh öncülüğünde başlatılan Yeni Sanat Akımı'ydı (Art Nouveau) (bak. grafik Sanatlar). Bu üslubun mimarlık, dekorasyon ve iç mimarlığa yansıyan en belirgin özelliği demir, cam, seramik, tuğla gibi birbirinden değişik gereçlerin serbestçe bir araya getiril­mesidir. Bu uygulamada sütun, direk, kiriş gi­bi yapısal öğeler yumuşatılarak hareketli bir görünüm içinde bir çiçek sapına ya da bir as­ma dalına dönüştü.

20. Yüzyıl

1918'de Almanya'nın Dessau kentinde mimar ve tasarımcı Walter Gropius Bauhaus (Yapı Evi) adlı bir mimarlık ve tasarım okulu kur­du. Bir sanat ve kültür merkezi durumuna ge­len bu okul mimarlıkta ve dekoratif sanatlar­da süslemecilik yerine işlevselliği savunan bir akımın doğmasına yol açtı. 20. yüzyıl sanayi tasarımcılığının temeli­ni oluşturan Bauhaus Akımı'nın uzantısı ola­rak 1920'lerde Fransa'da Art Deco akımı ge­lişti. Çok büyük ve abartılı bir biçimde süslen­miş yüzeyler yerine, her köşenin kullanılabildiği, insanların sıcak ve hoş bir atmosfer için­de rahatça yaşayabilecekleri bir ortam yarat­ma düşüncesi ağırlık kazandı. Duvar kâğıtla­rı, mobilyalar ve halılarda sarı, turuncu ve si­yah renkler egemen oldu. 1950'lerde İskandi­nav ülkelerinde üretilen mobilyalar yaygınlaş­tı. 1960'larda parlak renkleri ve çarpıcı desen­leriyle göze çarpan Pop Sanat Akımı; 1970'lerde de çizgi ve desenleri makinelerle gerçekleştirilen High Tech (ileri teknoloji) Akımı ortaya çıktı.
İç mimarlık tasarımlarında ve dekoratif sa­natlarda 20. yüzyıldaki en belirgin özellik, bi­çimlerin daha yalın, soyut ve işlevsel bir nite­liğe dönüşmüş olmasıdır.

Türkiye'de İç Mimarlık ve Dekorasyon

Türkler Anadolu'ya gelip yerleşmeden önce Orta Asya'da göçebe olarak yaşar, hayvan derisinden yapılmış ev, iv, oyak, gerge, çerge ya da çetir adını verdikleri çadırlarda oturur­lardı. Çadırın ortasında "ateş yeri" ya da "korluk" denilen ocak bulunurdu. Çadır giri­şinin tam karşısında, sandıkları, hurçları, ke­çe ve halıdan yapılmış heybeleri içine alan, "tör" denilen yer vardı. Sağ tarafta değerli araç ve gerecin, giysilerin asıldığı demir bir kazık bulunurdu.
Türkler İslam dinini benimsedikten sonra Anadolu'ya geldiler ve yerleştiler. Ne var ki, ilk yerleşme dönemindeki evler ahşap ve ker­piç gibi dayanıksız gereçlerden yapıldığı için günümüze kadar ulaşamadı. Bugün ayakta kalan eski evlerin çoğujl8. yüzyılın ikinci yarı­sından ve 19. yüzyıldan kalmadır.
Hızlı yapılaşma ve sanayileşme sürecine karşın ayakta kalabilmiş ya da korunabilmiş bölgelerden olan Safranbolu'da, Anadolu ev­lerinin içini tanıtıcı örnekler vardır. Taş, ah­şap ya da kerpiçten yapılan bu evlerin çoğu ortalama 80 yıllık, içldrinden birkaç tanesi ise 150-200 yıllıktır.
Eski Türk evlerindi dekorasyon göçebelik dönemindeki çadırlarda olduğu gibi son dere­ce yalındı. Tavan ve döşeme ahşap kaplamay­dı. Odaya sıcak ve rahat bir hava vermek amacıyla tabana keçej, hasır, kilim ya da halı serilirdi. Bu düzenleme Türkler'in yere bağ­daş kurarak ya da bin ayaklarını altlarına ala­rak oturma alışkanlıklarından ve yerde namaz kılmalarından kaynaklanıyordu. Tavan ço­ğunlukla oymalı olurjve geometrik desenlerle bezenirdi.
Pencere ve kapılac küçük, panjurlu ve ka­fesliydi. Pencere ve (kapı yükseklikleri başta olmak üzere tüm birimler insan boyutunu aş­mayacak biçimde düzenlenmişti. Görece yük­sekte yer alan tepe pencereleri alt pencerele­re göre daha süslü î ve özenli olur, bazıları renkli camlarla bezeiıirdi. Dekorasyonu oluş­turan temel öğeler, odayı çevreleyen sedir ve divanların yanı sıra^ çok sayıda yastıktı. Du­varlar boydan boya'dolaplarla ve oymalı ah­şap raflarla kaplıydı. Dolaplar açık ve kapalı kullanma alanları olarak işlev görürdü. İçine konan eşyanın türüıie göre yüklük, çubukluk, kavukluk, testilik, ieşkirlik, lambalık, feslik gibi adlar verilirdi. Sonradan yalnızca süs öğe­si olarak kullanılan bu dolaplar son derece yalın, gösterişten uzak bir sadelikteydi.
Anadolu Selçuklu Devleti ve Osmanlı İm­paratorluğu dönemindeki evlerde ve saraylar­da aynı yalınlık sürdürüldü. İç mimarlık ve dekorasyonun en belirgin özelliği yüzey beze­meleriydi. Osmanlı İmparatorluğu dönemin­de kentlerdeki evler büyük ve gösterişliydi. Saraylar, yalılar, kasırlar ve büyük köşklerin odaları geniş ve yüksek tavanlıydı. Deko­rasyonun en çok göze çarpan birimleri ahşap oymalı, sedef kakjmalı sehpalar, mangallar, ipek halılar, örtüler ve yastıklardı. Kapladık lan alanın büyük olmasına karşın saraylar ba-tıdakilerden farklıydı. Anıtsal, geniş ve yük­sek görünümleri, görkemli, büyük salonları yoktu. O dönemde dünyanın en büyük impa­ratorluklarından biri olan Osmanlı İmpara-torluğu'nun saraylarını beklentilerine uygun bulmayan Avrupalı gezginler düş kırıklığına uğramışlardı. Sözgelimi, içinde 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar her üslupta mimari yapıtı barındıran Topkapı Sarayı gösterişten uzak, ayrıntı ve süsleme inceliklerinin egemen oldu­ğu bir yapıdır .
Topkapı Sarayımda bahçe ve avlular ön planda tutulmuş, mimariyi bütünleyen öğeler olarak kullanılmıştı. Sarayın içinde bulunan, 16. yüzyıldan kalma III. Murad Köşkü'ndeki büyük oda pembe ve mavi renklerin egemen olduğu rahat ve aydınlık bir biçimde düzen­lenmiştir. Şöminesi olağanüstü güzellikteki çi­ni desenleriyle kaplıdır.
17. ve 18. yüzyıllarda batı kültürünün etki­siyle iç dekorasyonda Avrupa'da moda olan renkler kullanılmaya başlandı. Kasırların ke­penkleri yeşil, merdiven tırabzanları leylâk rengindeydi. Oval kubbeli tavanlar ve sütun­lar Barok ve Rokoko üslupların etkisini yansı­tıyordu. Aynı dönemde duvarlardaki çini ve nakış bezemelerin yerini alçı ya da mermer yüzeyler üzerine uygulanan çiçekli, yemişli motiflerden ve manzara resimlerinden oluşan ahşap panolar aldı.
20. yüzyıldaki toplumsal ve ekonomik deği­şimler hızlı yapılaşma ya da "betonlaşma" sü­recini başlattı. Günümüzde Anadolu'nun bazı köy ve kasabaları dışındaki yerlerde ve büyük kentlerde Türk evinin geleneksel iç mimarlık ve dekorasyon özelliklerine rastlamak güçtür.

0 yorum :

Lütfen Yorumunuzun anlaşılır ve imla kurallarına uygun olmasına dikkat ediniz.

-