-

Osho'nun Yaşam Felsefesi - Yaşam üzerine Sözler

24 Mart 2012 Cumartesi yazildi.
Sponsorlu Bağlantılar

Oshonun Yaşam Felsefesi -3-

Siz bizimle konuştuğunuzda aydınlanma ve saadet çok yakın gibi gözüküyor, Buda olmak bir adım ötede gibi. Öyleyse kız arkadaşımla birlikteyken hırçın bir goril gibi davranıyorum?

Bir kız arkadaşla birlikteyken herkes bir goril gibi davranır. Aksi taktirde kız arkadaşlar çok kötü hisseder. Sen ne kadar goril gibi davranırsan onlar o kadar tatmin olur. Sadece bak: Senin bir goril gibi davranman çok büyük bir keyiftir. Hiçbir kız arkadaş bunu kaçırmayacaktır. Şayet son derece beyefendi gibi davranırsan kız arkadaş çok mutsuz olacaktır.
Fakat aydınlanma yine de gorilden bir adım ötededir. Nerede olduğunun bir önemi yoktur. Aydınlanma her zaman sabit bir uzaklık olan bir adım ötededir. Sadece gorilden çık ve aydınlanmışsındır. Bazen goril olmaktan çıkmak daha kolaydır çünkü kim bir goril olmak ister. Şayet sen Başkan Ronald Reagan’san ya da bir ülkenin başbakanıysan ya da dünyadaki en zengin adamsan daha zordur. Senin bu rolden çıkman daha zordur; bu roller hayatın dramatik sahnesinde oynanan oyunun rolleridir.

Aydınlanma sen hoşlanmadığın bir rol oynuyorsan daha kolay hale gelir. İliklerine kadar ondan nefret ediyorsun ama kız arkadaş yüzünden rolü oynamak zorundasın. Kız arkadaş da kendi rolünü oynamaya çalışıyor ama bir yatağa iki gorili sığdırmak çok zor olacaktır bu yüzden erkek kızın hanımefendi gibi kapalı gözlerle, neredeyse ölü gibi yatmasını sağlamıştır bu sayede o, yatağın her tarafında bir goril gibi zıplayabilir.
Fakat sen rolden hoşlanmıyorsun. Sen bir goril gibi davranırken seni filme alacak bir kamerayı sabitlemiş olsan iyi olur. Ve sonrasında onu gördüğünde çok utanacaktın: Sen ne yapıyorsun? Sen ne türden bir aptalsın? İnsanların ışıkları söndürmesi iyidir. Ve geçmişteki her toplum insanların açıkta, sahilde ya da parkta sevişmesine karşı olmuştur. Geçmişteki her toplum buna son derece karşı çıkmıştır. Bunun basit nedeni şudur: Kumsalda bir goril gibi davranan herhangi birisi sahildeki her insana, benim yaptığım şeyde bu, bu benim gecenin karanlığında yaptığım şeyin aynısı diye hatırlatır.
Fakat bir goril olmaktan aydınlanmaya geçen adım sadece ne yaptığının farkında olma haline geçmek için gereken tek bir adımdır ve bu eyleminin dışına tıpkı bir yılanın eski derisinin dışına sıyrılıp çıkması gibidir. Yatağın dışına sıçra ve bir Buda ol. Bu gece dene! Tam bir goril olma halinin ortasındayken ansızın yatağın dışına atla, lotus pozisyonuna otur ve bir Buda haline gel.
Ve sana söz veriyorum kız arkadaşın daha da mutlu ve coşkulu olacaktır: “Sonunda biraz aklın başına geldi.”
Ve onun çok yakın bir mesafede olduğu gerçeği seni şaşırtacaktır. Uykunda bir goril haline gelebilirsin, uykunda bir başkan olabilirsin, uykunda en zengin adam olabilirsin fakat bunların hepsi rüyadır aslında uykun da goril olduğun zaman o bir karabasana dönüşür. Tüm aşk ilişkileri karabasanlara dönüşür. Ve karabasandan çıkmak çok zormuş gibi görünür ama insanlar sadece rüyaları bir kâbusa dönmeye başlarken uyanmaya çalışır. Eğer rüya tatlı, güzel bir şekilde sürüyorsa uyanmak kim ister?

Bir şeyin farkına varmış olman iyidir: Bir goril gibi davranıyorsun. Bu çok büyük bir kavrayış. Şimdi, bu gece aydınlanmış hale geçmek için ilk adımı at ve yarın sabah herkes —bir zamanlar goril olan— bu adamın aydınlanmış olduğunu görecektir. Mucizeler hâlâ gerçekleşiyor.

Normal seks ile Tantra seksi arasında ne fark vardır?

Senin seks eylemin ve Tantra seksi temelde farklıdır. Senin seks eylemin rahatlamaktır; bu tıpkı rahatlatan bir hapşırık gibidir. Enerji dışarı atılır ve sen hafiflersin. Bu yok edicidir, yaratıcı değildir. O iyidir, tedavi gibidir. Onun rahatlaman için yardımı olur ama daha fazlası olmaz.

Tantra seksi temelde taban tabana zıddıdır ve farklıdır. O rahatlatıcı değildir, o enerjiyi dışarı atmak için değildir. O boşalmadan, enerjiyi dışarı atmadan eylemin içinde kalmaktır, eylemin içinde erimiş halde kalmaktır: Sadece eylemin sonunda değil başlangıcındasın. Bu niteliği değiştirir, tüm nitelik o zaman tamamıyla farklıdır.

İki şeyi anlamayı çalış. İki çeşit zirve, iki çeşit orgazm vardır. Bir çeşit orgazm bilinir. Heyecanın zirvesini ulaşırsın o zaman daha ileriye gidemezsin: Son gelmiştir. Heyecan istem dışı hale ulaşacağı bir noktaya gelir. Enerji içine zıplar ve dışarı çıkar. Sen ondan kurtulursun, hafiflersin. Yük atılmıştır; rahatlayıp uyuyabilirsin.

Sen onu uyku hapı gibi kullanıyorsun. O doğal bir uyku hapıdır: Şayet zihnin din tarafından doldurulmadıysa iyi bir uyku takip edecektir. Aksi taktirde uyku hapı bile mahvedilmiştir. Şayet zihnin din ile tıkıştırılmadıysa sadece o zaman seks rahatlatıcı bir şey olabilir. Şayet suçluluk hissedersen uykunda bile rahatsız olursun. Bunalıma gireceksin. Kendini suçlamaya başlayacaksın ve bir daha günah işlemeyeceğin için yeminler etmeye başlayacaksın. O zaman uykun sonrasında bir kâbusa dönüşecek. Şayet din ve ahlak tarafından çok fazla doldurulmamış doğal bir varlıksan, sadece o zaman seks bir uyku hapı olarak kullanılabilir.

Bu; heyecanın zirvesine ulaşmak, orgazmın bir çeşididir. Tantra başka türden bir orgazma odaklanır. İlk türdeki orgazmı bir zirve olarak adlandıracak olursak Tantra orgazmını bir vadi orgazmı olarak adlandırabilirsin. Onun içinde heyecanın zirvesine değil, rahatlamanın çok derin vadilerine ulaşıyorsun. Heyecan her ikisi içinde başlangıçta kullanılmalıdır. Bu yüzden başlangıçta onların aynı olduğunu ama sonlarının tamamıyla farklı olduğunu söylüyorum.

Heyecan her ikisi içinde kullanılmalıdır. Ya heyecanın doruğuna doğru gidiyorsun ya da rahatlamanın vadisine.

İlki için heyecan yoğun olmalıdır; daha çok ve daha da çok yoğun. Onun içinde gelişmelisin, onun zirveye doğru gelişmesi için yardımcı olmalısın. İkincisi için heyecan sadece bir başlangıçtır. Ve bir kez erkek girdiğinde her iki sevgili de rahatlayabilir. Hiç harekete ihtiyaç yoktur. Onlar sevgi dolu bir kucaklaşmayla rahatlayabilirler. Erkek ya da kadın ereksiyonun azaldığını hissettiğinde, sadece o zaman biraz hareket ve heyecan gerekir. Fakat o zaman yine gevşe. Bu derin kucaklaşmayı saatler boyunca boşalma olmadan uzatabilirsin ve her ikisi de birlikte derin bir uykuya dalabilir. Bu bir vadi orgazmıdır. Her ikisi de gevşer ve onlar iki rahatlamış varlık olarak buluşur.

Sıradan cinsel orgazmda siz iki heyecanlı varlık olarak buluşursunuz; gergin, heyecan dolu, kendinizi hafifletmeye çalışır halde. Sıradan cinsel orgazm delilik gibi gözükür; Tantra orgazmı derin, rahatlık veren bir meditasyondur.

Bunun farkında olmayabilirsin ama erkek ve kadının zıt kuvvetler olması biyolojik, bio-enerji olgusudur. Negatif-pozitif, yin-yang ya da ona ne dersen de, onlar birbirine meydan okur. Ve onlar derin bir rahatlamanın içinde birbiri ile buluştuğunda birbirini yeniden canlandırırlar. Onların her ikisi de birbirini canlandırır, onlar jeneratör haline gelir, her ikisi de daha canlı hisseder, onlar yeni enerji ile ışıldarlar ve hiçbir şey kaybedilmez. Sadece zıt kutupla buluşmak sayesinde enerji yenilenir.

Tantra sevişmesi istediğin kadar yapılabilir. Sıradan seks eylemi istediğin kadar yapılamaz çünkü onda enerji kaybediyorsun ve bedenin onu yeniden elde edene kadar beklemek zorunda kalacaksın. Ve onu yeniden kazandığında, onu yeniden kaybedeceksin. Bu çok saçma görünüyor. Tüm yaşam elde etmek ve kaybetmek, yeniden elde etmek ve yeniden kaybetmekle harcanır: Bu takıntı gibidir.

İkinci olarak şu hatırlanmalıdır: Fark etmiş ya da fark etmemiş olabilirsin, hayvanlara baktığında onların seksten zevk aldığını asla göremezsin. İlişkide zevk almıyorlardır. Babunlara, maymunlara, köpeklere ya da herhangi türden bir hayvana bak. Onların seks eyleminde mutlu hissettiklerini ya da keyif aldıklarını göremezsin, göremezsin. Sadece mekanik bir eylem gibi, doğal bir kuvvet onları birbirine itiyormuş gibi görünür. Şayet maymunları ilişki halinde gördüysen, ilişkiden sonra onlar ayrılacaktır. Yüzlerine bak: Hiçbir mutluluk yoktur, sanki hiçbir şey olmamış gibidir. Enerji kendisini dayattığında, enerji çok fazla olduğunda onlar onu atar.

Sıradan seks eylemi tıpkı böyledir. Fakat ahlakçılar tam tersini söylemektedir. Onlar, “Zevk alma, kendini bırakma” derler. Onlar, “Hayvanlar bunu yapar” derler. Bu yanlıştır! Hayvanlar asla keyif almaz; sadece insan keyif alabilir. Ve ne kadar derinlemesine zevk alırsan, doğacak olan insanlık çok daha yüksek bir tür olacaktır. Ve şayet senin cinsel eylemin meditasyon, mutluluk haline gelebilirse en yüksek olana temas edilir ancak Tantra’yı hatırla: O bir vadi orgazmıdır, o bir doruk deneyimi değildir. O bir vadi deneyimidir!
Batı’da Abraham Maslow bu doruk deneyim tabirini meşhur etmiştir.

Sen zirveye doğru heyecanın içine girersin ve sonra da düşersin. Bu yüzden her cinsel eylemden sonra bir düşüş hissedersin. Ve bu doğaldır: Sen bir zirveden düşüyorsun. Bir Tantra cinsel deneyiminden sonra asla bunu hissetmeyeceksin. O zaman sen düşmüyorsun. Sen daha fazla düşemezsin çünkü sen vadidesin tersine sen yükseliyorsun.

Bir Tantrik seks eyleminden geri döndüğünde yükselmişsindir, düşmemişsindir. Enerjiyle doğmuş, daha canlı, daha yaşam dolu, ışıltılı hissedersin. Ve bu esrime saatlerce, hatta günlerce sürecektir. Bu senin onun ne kadar derinlemesine içinde olduğuna bağlıdır. Şayet onun içine girersen er ya da geç boşalmanın enerjiyi harcamak olduğunu fark edeceksin. Çocuğa ihtiyaç duymadığın sürece buna gerek yoktur. Ve bir Tantra seksi deneyimi ile tüm gün boyunca derin bir rahatlama hissedeceksin. Tek bir Tantra seks deneyimi ve günlerce rahatlamış hissedeceksin: Yuvada, öfkesiz, bunalımsız, şiddetsiz, dingin. Ve bu çeşit insan asla başkaları için bir tehlike değildir.

Yapabilirse başkalarının mutlu olmasına yardım edecektir. Şayet yapamazsa en azından hiç kimseyi mutsuz kılmayacaktır. Sadece Tantra yeni bir erkek yaratabilir ve bu adam zamansızlığı, egosuzluğu bilebilir ve varoluşla derin bir bölünmenin olmama hali gelişebilir

Bana öyle geliyor ki insanlar için sadece kendileri olmak yeterli hissettirmiyor. Niçin çoğu insanda sadece basit insanlar olmaktansa, güce ve prestije ve bunun gibi şeylere ulaşmak için böylesi bir tutku var?

Bu karmaşık bir soru, bunun iki yönü var. Ve her ikisinin de anlaşılması gerekir. Birincisi: Sen asla anne baban, öğretmenler, komşular, toplum tarafından kendin olarak kabul edilmedin. Herkes seni geliştirmeye, seni daha iyi yapmaya çalışıyordu. Herkes tüm insanların yapmaya meyilli olduğu kusurlara, hatalara, yanlışlara, zayıflıklara, güçsüzlüklere parmak basıyordu. Hiç kimse senin güzelliğini vurgulamadı, hiç kimse senin zekânı vurgulamadı, hiç kimse senin ihtişamını vurgulamadı.
Sadece canlı olmak öylesine büyük bir armağandır ki, fakat kimse hiçbir zaman sana varoluşa şükran duymanı söylemedi. Tam aksine herkes somurtkandı, şikayetçiydi. Doğal olarak şayet yaşamının ta en başından itibaren seni çevreleyen her şey olman gereken şey olmadığını söylerse, izlemek zorunda olduğun ve olmak zorunda olduğun büyük idealler vermeye devam ederse, senin olduğun hal asla onurlandırılmaz. Onurlandırılan şey senin geleceğindir: Şayet sen saygıdeğer, güçlü, zengin, entelektüel, sadece herhangi birisi değil bir şekilde ünlü birisi olabilirsen.
Sana karşı yapılan kesintisiz koşullandırma sende şöyle bir fikir oluşturmuştur: “Ben olduğum halimle yeterli değilim bir şeyler eksik ve başka bir yerde olmalıyım burada değil. Olmam gereken yer bu değil, daha yüksek, daha güçlü, daha hükümran, daha saygıdeğer, daha tanınmış bir yer.”
Bu hikâyenin yarısıdır. Çirkindir, böyle olmaması gerekir. İnsanlar sadece birazcık daha nasıl anne olunacağı, nasıl baba olunacağı, nasıl öğretmen olunacağı konusunda zeki olsalardı bu basitçe ortadan kaldırılabilirdi.
Çocuğu şımartmana gerek yok. Onun öz saygısına, onun kendisini kabulüne gelişmesi için yardım etmen gerekir. Oysa tam tersine sen gelişim için bir engel haline geliyorsun. Bu çirkin kısımdır ama basit kısımdır. Bu ortadan kaldırılabilir çünkü olduğun şey olmaktan sorumlu olmadığını doğanın seni bu şekilde yaptığını görmek; o kadar basit ve mantıklıdır ki. Şimdi dökülmüş olan süt için gereksizce ağlamak aptallıktan başka bir şey değildir.
Ancak ikinci kısmı son derece önemlidir. Tüm bu koşullanmalar kaldırılmış bile olsa —sendeki tüm programlar silinse, zihninden tüm bu fikirler alınsa bile— o zaman da sen yine yetersiz olduğunu hissedeceksin; ancak bu bütünüyle farklı bir tecrübe olacaktır. Sözcükler aynı olacaktır fakat deneyim farklı olacaktır.
Sen yeterli değilsin çünkü sen daha fazlasısın. Ünlü, saygıdeğer, güçlü, zengin olmak artık bir mesele olmaktan çıkacaktır. Artık böyle şeyler ilgini çekmeyecek. Senin ilgilendiğin şey varlığının sadece bir tohum olması olacak. Doğduğunda sen bir ağaç olarak doğmadın, sen sadece bir tohum olarak doğdun ve sen çiçek açmaya başlayacağın noktaya kadar gelişmelisin ve bu çiçeklenme senin tatminin, senin doyumun olacak.
Bu çiçek açmanın güçle hiç ilişkisi yoktur, parayla ilişkisi yoktur, politikayla ilişkisi yoktur. Onun kesinlikle seninle bir alakası vardır; bu bireysel bir gelişimdir. Ve bunun için diğer koşullanma bir engeldir, o bir çarpıtmadır, o gelişim için var olan doğal özlemin kötüye kullanılmasıdır.
Her çocuk sevgiyle, şefkatle, dinginlikle dolu tamamıyla gelişmiş bir insan haline gelmek ve gelişmek üzerine doğar. O kendi içinde bir kutlama haline gelmelidir. Bu rekabetle alakalı bir şey değildir, kıyaslamakla alakalı bir şey dahi değildir.

Ancak ilk çirkin koşullanma seni yolundan saptırır çünkü büyüme isteği, daha çoğu haline gelme dürtüsü, genişleme dürtüsü toplum tarafından, menfaat grupları tarafından kullanılır. Onlar bunun yönünü değiştirir. Onlar senin zihnini doldururlar böylelikle sen bu dürtünün daha çok para kazanmak olduğunu, bu dürtünün siyasette, eğitimde her şekilde en tepede olmak anlamına geldiğini düşünürsün. Nerede olursan ol en tepede olmak zorundasın; bundan azı olduğunda sen iyi gitmediğini hissedeceksin, çok derin bir aşağılık kompleksi hissedeceksin.
Tüm bu koşullanma bir aşağılık kompleksi üretir çünkü o senin üstün haline gelmeni, başkalarından daha üstün olmanı ister.
O sana rekabeti, kıyaslamayı öğretir.
O sana şiddeti, savaşı öğretir.
O sana araçların önemli olmadığını, önemli olanın sonuç olduğunu; başarının hedef olduğunu öğretir.
Ve bu çok kolaylıkla yapılabilir çünkü sen zaten bir gelişme dürtüsüyle, başka bir yerde olma dürtüsü ile doğarsın. Bir tohum çiçek haline gelmek için çok uzaklara yol almak zorundadır. Bu kutsal bir yolculuktur. Bu dürtü güzeldir. Bu doğanın kendisi tarafından verilmiştir. Fakat toplum bugüne kadar son derece kurnaz olmuştur; o senin doğal içgüdünü toplumsal bir faydaya dönüştürür, çevirir, yönlendirir.

Bu iki yön sana nereye gidersen git bir şeyin eksik olduğu duygusunu veriyor; sen bir şey kazanmak, bir şey elde etmek, bir kazanan, bir tırmanan olmak zorundasın.

Şimdi senin zekâna, neyin senin doğal dürtün ve neyin toplumsal koşullanma olduğunu netleştirmek için ihtiyaç var. Toplumsal koşullanmayı sök at —o tamamen pisliktir— bu sayede doğa saf ve kirlenmemiş kalır. Ve doğa her zaman için bireycidir.

Sen gelişeceksin ve sen çiçek açacaksın ve senin güllerin olabilir. Başka birisi gelişebilir ve çuha çiçekleri olacaktır. Senin güllerin olduğu için daha üstün değilsin; onun çuha çiçekleri olduğu için daha aşağılık değil. Her ikinizde çiçek açtınız, önemli olan nokta budur. Ve bu çiçek açma çok derin bir tatmin verir. Tüm hayal kırıklıkları, tüm gerginlik kaybolur; çok anlayışın ötesine geçen yoğun bir huzur içini kaplar. Ancak ilk olarak senin toplumsal pisliği tamamıyla söküp atman gerekir; aksi taktirde o seni rahatsız etmeye devam edecektir.
Sen zenginliğe sahip olmayı değil, zengin olmalısın. Zenginlik başka bir şeydir. Bir dilenci zengin olabilir ve bir imparator fakir olabilir. Zenginlik varlığın bir niteliğidir.
Büyük İskender, sadece tek bir lambası olan —bu onun yegâne sahip olduğu şeydi— çıplak bir dilenci olan Diyojen ile buluştu. Ve o, gündüz vakti bile lambasını yanar halde tutuyordu. O açıkça garip bir şekilde davranıyordu; İskender bile ona, “Niçin bu lambayı gündüz de açık tutuyorsun?” diye sormak zorunda kaldı.
Lambasını kaldırdı ve İskender’in yüzüne baktı ve “Gece gündüz gerçek insanı arıyorum ve onu bulamıyorum” dedi.
İskender kendisine, dünya fatihine böyle bir şeyin çıplak bir dilenci tarafından söylenebilmesinden şok olmuştu. Fakat o Diyojen’in çıplaklığının içinde çok güzel olduğunu görebiliyordu. Gözleri öylesine dingin, yüzü öylesine huzurlu, sözleri öylesine otoriter, varlığı öylesine serin, sakin ve yatıştırıcıydı ki İskender hakarete uğramış hissetmesine rağmen ona karşılık veremedi. Adamın mevcudiyeti o kadar çoktu ki İskender onun yanında bir dilenci gibi görünüyordu. Günlüğünde, “İlk kez zenginliğin paraya sahip olmak dışında bir şey olduğunu hissettim. Zengin bir adam görmüştüm” diye yazmıştı.
Zenginlik senin içtenliğindir, samimiyetindir, hakikatindir, sevgindir, yaratıcılığındır, duyarlılığındır, meditasyon halindir. Bu senin gerçek refahındır.
Toplum senin başını sıradan şeylere doğru çevirmiştir. Ve sen başının yerinden oynatıldığını tamamıyla unutmuşsundur. Gerçekleşmiş bir öyküyü anımsıyorum…
Hindistan’da adamın biri motosikletle gidiyordu ve çok soğuktu bu yüzden paltosunun arkası önüne gelecek şekilde giymişti çünkü göğsü çok üşüyordu ve rüzgâr doğrudan ona çarpıyordu. Yolun diğer tarafından bir sardar (Ç.N. Sihler için kullanılan saygıdeğer bir sıfat) geliyordu. Sardar’lar basit insanlardır. Gözlerine inanamadı çünkü şöyle düşündü: “Bu adamın başı ters tarafta!”
O kadar korkmuştu ki yakınlaştıkça motosikletiyle zavallı adamın üzerine doğru devrildi ve adam yere düştü ve neredeyse bilincini kaybetti. Sardar yakından baktı ve “Aman Tanrım bu adama ne olmuş? Şehir çok uzakta hastane çok uzakta ama mutlaka bir şey yapmalı” dedi.
Sardar’lar Hindistan’daki en güçlü kuvvetli insanlardır. Ve zavallı adam bilinçsizdi. O da adamın kafasını paltosuna göre doğru yere yerleştirdi. Tam o an polis arabası oraya ulaştı ve polis, “Neler oluyor?” diye sordu.

“Tam zamanında geldiniz, şu adama bakın: Motorundan düşmüş” dedi. “Canlı mı, ölmüş mü?” diye sordular.
“Adamın başı yanlış pozisyondayken yaşıyordu onun kafasını doğru pozisyona çevirdiğim zaman nefes alması durdu” dedi Sardar.
Polisler, “Sen sadece kafa ile biraz fazla ilgilenmişsin. Kafanın değil, paltonun yanlış yerde olduğunu görmemişsin!” dedi.

“Biz yoksul ve basit insanlarız. Bugüne kadar hiçbirisini düğmeleri arkasında bir palto giyerken görmemiştim. Bir kaza olduğunu düşündüm. Bilinçsiz olmasına rağmen nefes alıyordu. Başını çevirdim. Biraz zor oldu ama bir şey yapmak istediğimde yaparım. Yaptım ve başını paltoya tam olarak uyar hale gelene kadar çevirdim. O zaman nefes alması durdu. Garip bir adamcağız!” dedi.
Senin kafan, senin zihnin, pek çok insan tarafından senin nasıl olman gerektiği konusundaki kendi fikirlerine göre pek çok yöne doğru çevrilmiştir. Kötü bir niyet yoktu. Anne baban seni sevdi, öğretmenlerin seni sevdi, toplumun senin bir şey olmanı istedi. Onların niyetleri iyiydi fakat onların anlayışı çok kıttı. Onlar senin bir çuha çiçeğini, gül ya da tam tersini yapamayacağını unutmuşlardı.
Yapabileceğin tek şey güllerin daha büyük, daha renkli, daha hoş kokulu olarak gelişmesine yardım etmektir. Renklerin ve kokuların dönüşmesi için gerekli olan her türlü maddeyi —ihtiyaç duyulan gübreyi, doğru toprağı, doğru zamanda doğru olan sulamayı— verebilirsin. Fakat bir gül goncasının nilüfer üretmesini sağlayamazsın.
Ve sen şayet gül goncasına, “Sen nilüfer haline gelmek zorundasın” —ve elbette nilüferler büyüktür ve güzeldir— fikrini aşılamaya başlarsan sen sadece bu goncanın asla nilüfer üretememesine yardımcı olacak bir yanlış koşullandırma yapıyorsun. Ve ayrıca onun tüm enerjisi yanlış bir yola yönlendirilecektir. Böylelikle o gül bile üretemeyecektir. Çünkü o gül yapacak enerjiyi nereden bulacaktır? Ve nilüferler, güller olmayınca elbette ki bu zavallı gonca sürekli olarak boş, hayal kırıklığına uğramış, değersiz, çorak hissedecektir.
Ve insanların başına gelen şey budur. Tüm iyi niyetlerle insanlar senin zihnini döndürür. Daha iyi bir toplumda, daha anlayış sahibi insanlarla kimse seni değiştirmeyecek. Herkes senin kendin olmana yardım edecek. Ve kendin olmak dünyadaki en zengin şeydir. Kendin olmak sana tatmin olmuş hissetmek için ihtiyaç duyduğun, hayatını anlamlı, önemli kılabilecek her şeyi verir. Sadece kendin olmak ve kendi doğana uygun bir şekilde gelişmek alnına yazılmış olanın gerçekleşmesini sağlar.
Dolayısıyla bu dürtü kötü değildir fakat yanlış nesnelere doğru yönelmiştir. Ve sen ne kadar niyetleri iyi de olsa hiç kimse tarafından maniple edilmemek için dikkatli olmak zorundasın. Kendini, sürekli olarak sana şu ol, bu ol diye tavsiyelerde bulunan çok sayıdaki iyi niyetli, iyiliksever insanlardan kurtar. Onları dinle ve onlara teşekkür et. Onlar zarar vermek istemiyor fakat olan şey zarardan başka bir şey değil.
Sen sadece kendi kalbini dinle; senin yegâne öğretmenin odur.
Hayatın gerçek yolculuğunda kendi sezgin senin yegâne öğretmenindir.
Sezgi anlamına gelen İngilizce intuition sözcüğüne hiç dikkat ettin mi? O ders anlamına gelen tuition ile aynıdır. Ders (tuition) dışardan öğretmenler tarafından verilir; sezgi (intuition) kendi doğan tarafından içerden verilir. Kendi içinde rehberine sahipsin. Birazcık cesaretle bir daha asla değersiz olduğunu hissetmeyeceksin. Bir ülkenin cumhurbaşkanı olmayabilirsin, bir başbakan olmayabilirsin, Henry Ford olmayabilirsin ama buna gerek yok. Çok iyi bir şarkıcı olabilirsin, güzel bir ressam olabilirsin. Ve ne yaptığının önemi yoktur… Çok muhteşem bir ayakkabıcı olabilirsin.
Abraham Lincoln Amerikan başkanı olduğunda… Babası ayakkabıcılık yapmaktaydı ve tüm Senato, bir ayakkabıcının oğlu en zengin insanlara, daha çok parası olduğu için, uzun zamandır tanınmış olan ailelerden geldikleri için üstün hisseden üst sınıf insanlara başkanlık edeceği için biraz utanç hissediyordu. Tüm Senato utanç, öfke, bir şekilde rahatsızlık hissediyordu; hiç kimse Lincoln başkan olduğu için mutlu değildi. Son derece ukala, burjuva olan bir adam, Lincoln Senato’ya ilk konuşmasını yapmadan önce ayağa kalktı. Ve şöyle dedi: “Bay Lincoln, siz başlamadan önce bir ayakkabıcının oğlu olduğunuzu hatırlatmak isterim.” Ve tüm Senato güldü. Onlar Lincoln’ü aşağılamak istediler; onu yenemezlerdi fakat onu aşağılayabilirlerdi. Ancak Lincoln gibi bir adamı aşağılamak zordur.

Adama, “Ölmüş olan babamı bana hatırlattığınız için size son derece müteşekkirim. Sizin tavsiyenizi her zaman hatırlayacağım. Babamın ayakkabıcılığında olduğu gibi muazzam bir başkan olamayacağımı biliyorum” dedi. Lincoln’ün konuya yaklaşımı sayesinde çıt çıkmıyordu.

Ve adama, “Bildiğim kadarıyla babam sizin ailenize de ayakkabılar yapıyordu. Şayet ayakkabılar ayağınızı vurursa ya da başka sorunlar varsa —her ne kadar muhteşem bir ayakkabıcı olmasam da çocukluğumdan beri sanatı babamla birlikte öğrenmişimdir— onları halledebilirim. Ve bu Senato’daki herkes için geçerlidir; şayet ayakkabıları babam yaptıysa ve herhangi bir sorun varsa, herhangi bir tamir gerekiyorsa ben her zaman buradayım. Sadece şurası kesin ki ben çok iyi olamam. Onun dokunuşu altındandı” dedi. Ve muhteşem babasının anılarıyla gözlerinden yaşlar aktı.

Hiç önemi yoktur sen üçüncü sınıf bir başkan olabilirsin, sen birinci sınıf bir ayakkabıcı olabilirsin. Tatmin edici olan senin yaptığın işten keyif alman, tüm enerjini onun içine koyman, başka birisi olmak istememen, olmak istediğin şeyin bu olması, doğanın bu dramda sana oynaman için verdiği tirat için aynı fikirde olman ve onu bir başkan ya da bir imparatorla değiştirmeye istekli olmamandır. Gerçek zenginlik budur. Gerçek güç budur.

Şayet herkes kendisi olarak büyürse tüm yeryüzünün, muazzam kudrete, zekâya, anlayışa sahip güçlü ve yuvaya varmış olmanın coşkusuna ve tatminine sahip insanlarla dolu olduğunu göreceksin.

Soru: Bilgi ile bilmek arasında ne fark vardır?

OSHO: Sözlüğe baktığın zaman bir fark yoktur. Ancak gerçek hayatta inanılmaz bir fark bulunur. Bilgi bir teoridir. Bilmek ise bir deneyim. Bilmek demek, gözlerini açıp, gördüğün anlamına gelir. Bilgi ise, birinin gözünü açıp, gördüğünü ve ondan söz ettiğini ortaya koyar. Sen sadece bu bilgiyi toplamaya çalışırsın. Bilgi sen körken bile mümkündür. Bilgi mümkündür. Gözlerin olmadan ışık hakkında birçok şey öğrenebilirsin. Ama eğer körsen bilmen mümkün değildir. Bilmek, ancak gözlerin iyileşirse, eğer görebiliyorsan mümkündür. Bilmek, temelde senin deneyimindir. Bilgi bir toplamadır. Bilgi bir lanettir. Bir felakettir. Bir kanserdir.
Bilgi yüzünden insan bütünden ayrılır. Bilgi mesafe yaratır. Dağlarda yabani bir çiçekle karşılaşırsın ve ne olduğunu bilmezsin. Zihninin bu konuda söyleyecek hiçbir şeyi yoktur. Zihnin sessiz kalır. Çiçeğe bakarsın ve o çiçeği görürsün. Ama içinden bir bilgi yükselmez. Bir hayranlık vardır. Bir gizem. Çiçek oradadır. Sen oradasın. Bu hayranlık ile sen ayrılmaz, hatta aranda bağ kurarsın. Ancak eğer bu çiçeğin bir gül, bir papatya ya da başka bir şey olduğunu bilirsen, o bilgi aranızdaki bağı koparır. Çiçek oradadır, sen buradasındır. Arada bir köprü yoktur. Sen biliyorsun. Bilgi mesafe yaratır.
Ne kadar çok bilirsen, mesafe o kadar büyür. Ne kadar az bilirsen, mesafe o kadar kısalır. Ve eğer o bilmeme anını yaşarsan, ortada bir mesafe kalmaz. Bağ oluşturursun.

Bir kadın ya da erkeğe aşık olursun. Aşık olduğun gün arada bir mesafe yoktur. Sadece bir hayranlık, heyecan, coşku ve sevinç vardır. Ama bilgi yoktur. Bu kadının kim olduğunu bilmiyorsun. Bilgi olmayınca sizi ayıran bir şey yok. O yüzden aşkın ilk anları çok güzeldir. O kadınla 24 saat yaşadıktan sonra bile bilgi oluşmaya başlar. Şimdi o kadın hakkında bazı fikirlerin var. Kim olduğunu biliyorsun. Bir imaj var. Yirmi dört saat, bir geçmiş yarattı. O yirmi dört saat, zihninde işaretler bıraktı. Aynı kadına baktığın zaman, artık aynı gizemi yaşamazsın. Tepeden aşağı geliyorsun. O zirveyi kaybettin.
Bunu anlamak çok şeyi anlamaktır. Bilginin böldüğünü, mesafe yarattığını anlamak, meditasyonun sırrını anlamaktır.


Meditasyon bir bilmeme durumudur. Meditasyon bilgi tarafından bozulmamış saf alandır. Evet, İncil’deki hikâye doğrudur. İnsanoğlu bilgi ağacının meyvesini yiyerek, bilgiden aşağı düşmüştür. Dünyada bunu aşan bir yazıt yoktur. Buradaki cümle her şeyi özetliyor. Başka hiçbir cümle bu yüksekliğe ve bu kavrayışa ulaşmamıştır.

İnsanoğlunun bilgiden aşağı düşmesi çok mantıksız görünüyor. Mantıksız görünüyor çünkü mantık bilginin bir parçasıdır. Mantık her zaman bilgiyi destekler. Mantıksız görünüyor çünkü insanoğlunun düşüşünün temelindeki asıl neden mantıktır.

Tamamen mantıklı bir insan, aklı her zaman başında olan, hayatında hiçbir mantıksızlığa izin vermeyen bir insan, delinin tekidir. Akıl sağlığının delilikle dengelenmesi gerekir. Mantığın, mantıksızlıkla dengelenmesi gerekir. Karşıtlar buluşup denge kurar. Sadece rasyonel olan bir insan mantıksızdır. Çok şey kaçırır. Hatta bütün o güzellikleri ve gerçek duyguları kaçıracaktır. Lüzumsuz bilgiler toplayacak. Hayatı tekdüze olacak. O, bir dünya insanı olacak.

İncil’den o cümlenin inanılmaz bir derinliği vardır. İnsanoğlu neden bilgiden aşağı düştü? Çünkü bilgi, mesafe yaratır. Çünkü bilgi, ben ve seni yaratır. Çünkü bilgi, nesne ve obje yaratır. Bilen ve bilinen. Gözlemci ve gözleneni yaratır. Bilgi, kısacası şizofreniktir. Bir ayrılık yaratır ve sonra bunun üzerinden köprü kurmak imkansız olur.

O yüzden insan daha fazla bilgili oldukça, daha az dindar oluyor. İnsan daha fazla eğitimli oldukça, bütüne yaklaşma ihtimali o kadar azalıyor. İsa, benim krallığıma sadece çocuklar girmeyi başaracak derken haklıdır. Sadece çocuklar. Senin kaybettiğin ve çocuklarda bulunan nicelik nedir? Çocukların bilmeme niceliği vardır. Masumiyet! Merakla bakar. Gözleri tamamen şeffaftır. Derinden bakar, ama hiçbir önyargısı, hükmü ya da geçmiş fikri yoktur. Bir projeksiyon yapmaz. O yüzden, ne neyse onu öğrenir. Çocuk gerçeği bilir. Sen sadece tekdüze gerçekliği bilirsin. Projeksiyon yaparak, arzulayarak, düşünerek, kendi etrafında yarattığın gerçekliği. Gerçeklik, gerçeğin sana ait yorumudur.

Gerçek, neyse odur. Gerçeklik ise, sizin ondan ne anladığınızdır. Size göre gerçektir. Gerçeklik, şeylerden oluşur. Hepsi ayrıdır. Gerçek ise, tek bir kozmik enerjidir. Gerçek, bir tekliktir. Gerçeklik ise, birçok şeyin bir araya gelmesi. Gerçeklik kalabalıktır. Gerçek ise, entegrasyon.

J. Krişnamurti şöyle demişti: “Reddetmek sessizliktir.” Neyi reddetmek? Bilgiyi reddetmek, zihni reddetmek, içindeki bu sürekli işgali reddederek, içinde bir boşluk yaratıyorsun. İçinde bir meşguliyet yoksa, bütünle uyum içinde olursun. Eğer bir meşguliyet varsa, bu uyum bozulur. O yüzden ne zaman içinde bir sessizlik anına ulaşırsan, inanılmaz bir keyif alırsın. O anda hayatın bir anlamı olur, kelimeler ötesinde bir görkem oluşur. O anda hayat bir danstır. Eğer o anda ölüm bile gelse, bir dans ve kutlama olacaktır çünkü o an, keyiften başka bir şey bilmez. O an saf zevktir, büyük bir mutluluktur.

Bilginin reddedilmesi gerekiyor. Ama ben öyle dediğim için değil. J. Krişnamurti öyle söylediği için değil. Ya da Guatam Buddha öyle dediği için değil. Eğer ben söylediğim için reddedersen, o zaman kendi bilgilerini reddetmiş olursun ve benim söylediklerim o bilgilerin yerine geçmiş olur; sadece yerine başka bir şey geçmiş olur. Ondan sonra söylediğim her şey senin bilgin olur ve onlara yapışmaya başlarsın. Eski putlarını attıktan sonra yerine yenilerini koymuş olursun ve aynı oyun farklı kelimeler, fikirler ve düşüncelerle bir daha oynanır.

Peki o zaman bilgiyi nasıl reddedeceğiz? Başka bilgilerle değil. Sadece bilginin mesafe yarattığını görmek yeterlidir. Bu gerçeği yoğun olarak görmek, tam olarak görmek yeterli. Onun yerine başka bir şey koymak zorunda değilsin.

O yoğunluk bir ateştir, o yoğunluk bilgini küle çevirecektir. O yoğunluk yeterli olur. O yoğunluk, kavrayış olarak bilinen şeydir. Kavrayış senin o bilgini yakacak ve yerine de başka bir bilgi geçmeyecektir. Ondan sonra boşluk vardır, Şunyata. Ondan sonra ise hiçbir şey yok çünkü orada tatmin yok; sadece huzurlu ve çarpıtılmamış gerçek var.

Benim ne söylediğimi anlamalısın. Burada benim söylediklerimi öğrenmek için bulunmuyorsun. Burada beni dinlerken bilgi toplamaya başlama. Burada, not almaya başlama. Beni dinlemek bir kavrayış deneyimi olmalı. Beni yoğunlukla dinlemelisin, her şeyinle, senin için mümkün olan en yoğun bir farkındalıkla. O farkındalık içinde bir nokta göreceksin ve bunu görmek bile değişimin kendisidir. Ondan sonra bir şey yapmana gerek yok; görmek tek başına dönüşümü getiriyor.

Eğer bir çaba gerekirse, bu senin o noktayı kaçırdığını gösterir. Eğer yarın gelip bana, “bilginin lanetli bir şey olduğunu anladım, bilginin mesafe yarattığını anladım. Şimdi onu nasıl atacağım?” diye sorarsan, o zaman ıskalamışsın demektir. Eğer kafanda nasıl diye bir soru varsa, o zaman kaçırmışsın demektir. Nasıl ile başlayan bir şey soramazsın, çünkü bu daha fazla bilgi talep etmek olur. Nasıl ile ne yapılacağına dair metot ya da teknik istemek oluyor.

Kavrayış yeterlidir; herhangi bir çabanın buna yardım etmesi gerekmiyor. Onun ateşi içindeki bütün bilgileri yakıp yok etmeye yeter de artar bile. Görün yeter.

Beni dinlerken, benimle gel. Beni dinlerken elimi tut, seni götürmeye çalıştığım yerlere doğru adım atmaya çalış ve söylediklerimi görün. Tartışma. Evet ya da hayır deme, hak verme, haksız deme. Bu anı benimle birlikte yaşa. Ve o kavrayış birden ortaya çıkar. Eğer dikkatle dinliyorsan, burada dikkat kelimesiyle konsantrasyondan söz etmiyorum; dikkat kelimesiyle, donuk bir zihinle dinlemek yerine farkında olarak dinliyorsan, zekanla, canlılığınla ve her şeye açık olarak dinliyorsan, burada şu anda benimle birlikteysen ve aklın başka bir yerde değilse, dikkatten kastettiğimi anlamış olursun. Başka bir yerde değilsin. Zihninde benim söylediklerimle eski düşüncelerini kıyaslama. Hiçbir şeyi kıyaslama ve yargılama. Söylediklerimin doğru olup olmadığını ya da ne kadarının doğru olduğunu içinde yargılamak için orada değilsin.

Daha geçen gün arayış içindeki biriyle konuştum. Bulmayı başaracak niteliklere sahip biriydi ancak sırtında bilgi yükü vardı. Ben onunla konuşurken gözleri dolmaya başladı. Kalbi tam açılmak üzereydi ve o anda zihin devreye girip bütün bu güzelliği bozdu. Kalbine ve aydınlanmaya doğru yönelirken zihni hemen müdahale ediyordu. Gözlerinden dökülmek üzere olan gözyaşları birden durdu. Gözleri kurudu. Ne olmuştu? Benim söylediğim bir şeyi kabul etmesi mümkün değildi.

Belirli bir noktaya kadar bana katılıyordu. Sonra onun Musevi geçmişine, Kabalaya ters düşen bir şey söyledim ve birden bütün enerjisi değişti. “Her şey doğru” dedi. “Söylediğin her şey doğru ama bunu kabul edemem. Tanrı’nın amacı olmadığını ve varoluşun bilinçli olarak varolmadığını kabul edemem. Buna asla katılamam. Çünkü Kabala bunun tam tersini söyler” dedi. Hayatın bir amacının olduğunu, Tanrı’nın bir amacı olduğunu ve bizi belirli bir kadere doğru yönlendirdiğini, bir hedef olduğunu söyledi.

O noktada kıyaslama işin içine girdiği için o güzel anı yaşayamadığını hiç dikkate bile almamıştı. Kabala’nın benimle ne ilgisi var? Benimle birlikteyken bütün Kabala, Yoga, Tantra, şu, bu, bilgilerini bir kenara koy. Benimle birlikteyken , benimle ol. Bana hak vermen gerektiğini söylemiyorum. Burada bir hemfikir olma ya da olmama durumu yok.
Bir gül gördüğün zaman ona katılıyor ya da karşı çıkıyor musun? Gün doğumunu gördüğün zaman ona katılıyor ya da karşı çıkıyor musun? Geceleyin gökyüzünde ayı gördüğün zaman onu sadece görürsün. Ya görürsün, ya görmezsin ama ortada bir fikir ayrılığı bulunmaz.

Ben seni herhangi bir konuda ikna etmeye çalışmıyorum. Ben senin belirli bir teoriye, felsefeye, dogmaya ya da kiliseye geçmeni sağlamaya çalışmıyorum. Hayır. Ben sadece yaşadıklarımı paylaşmaya çalışıyorum. Bu paylaşma sırasında eğer sen de katılımcı olursan aynı şey sana da olabilir. Bu bulaşıcı bir şey.

Kavrayış dönüştürür.

Ben bilgi lanetlenecek bir şeydir dediğimde benimle hemfikir olduğun ya da olmadığın zaman, ıskalamışsın demektir. Sen sadece dinliyor, sadece bakıyor ve bilgi sürecini devreye sokuyorsun. Bilginin nasıl mesafe yarattığını, bilginin nasıl bir engel oluşturduğunu görüyorsun. Bilginin nasıl araya girdiğini ve aradaki mesafeyi nasıl arttırdığını görüyorsun. Bilgi yüzünden masumiyetin nasıl kaybolduğunu, hayretin nasıl yok edilip katledildiğini görüyorsun. Bilgi yüzünden hayat donuk ve sıkıcı bir hale dönüşüyor. Bildiğin zaman nasıl gizem olabilir ki?

Gizem ancak bilmediğin zaman mümkün olabilir.

Ve unutma: İnsanoğlu hiçbir şey bilmemektedir. Bütün topladığın şeyler birer çöpten ibaret. En uçtaki olgular kavrayışının çok ötesinde. Biz sadece olguları topladık, ancak gerçeğe dokunmayı başarabilmiş değiliz. Bu sadece Buddha’nın, Krişna’nın, Krişnamurti’nin ve Ramana’nın yaşadığı bir deneyim değil; Edison, Newton, Albert Einstein da aynı deneyimi yaşadı. Şairlerin, ressamların, dansçıların deneyimi de budur. Dünyadaki bütün büyük zekalar, ister bir mistik, bir şair ya da bilim adamı olsun, tek bir konuda tamamen hemfikirlerdir: Ne kadar çok şey bilirsek, hayatın tam bir muamma olduğunu o kadar iyi anlarız.

Bilgimiz onun gizemini yok etmez.

Sadece aptal insanlar biraz bilgi sahibi oldukları için hayatın bir gizeminin kalmadığını düşünebilir. Sadece vasat zihinler bilgiye çok bağlanır; zeki zihinler bilginin üstünde kalır ve onu kullanır. Tabii ki kullanacak çünkü çok kullanışlı bir şeydir. Ancak bütün gerçeğin gizli olduğunu ve gizli kalacağını bilir. Biz bilmeye devam edebiliriz ancak gizem asla tükenmez.

Kavrayış, dikkat ve kendini tam vererek dinle. O zaman artık bir şey görmeye başlayacaksın. Ve o görüş seni değiştirecek, nasıl diye sormana gerek kalmayacak. Krişnamurti, “reddetmek sessizliktir” derken bunu söylemek istiyor. Kavrayış reddeder. Ve bir şey reddedilip yerine başka bir şey kabul edilmediği zaman, bir şey yok edilmiş ve yerine bir şey konmamış olur. Şimdi o noktada sessizlik vardır çünkü artık orada bir boşluk bulunmaktadır. Orada sessizlik vardır çünkü eski olan atılmış ve yerine yeni bir şey getirilmemiştir. Bu sessizliğe Buddha, Şunyata der. O sessizlik bir boşluktur, bir hiçliktir.

Ve gerçekler dünyasında ancak o hiçlik bulunabilir.
Düşünce orada bulunamaz. Düşünce ancak maddesel dünyada yer alabilir, çünkü düşünce de bir şeydir. Zor algılanır ama o da bir maddedir. O yüzden düşünce kaydedilebilir, aktarılabilir ve yeniden ifade edilebilir. Sana bir düşünce atabilirim. Onu tutabilir ve ona sahip olabilirsin. Alınıp verilebilir, transfer edilebilir bir şey çünkü o bir nesne.
O bir maddesel olgudur.

Boşluk ise verilemez, boşluk sana atılamaz. Ona katılabilirsin, içine girebilirsin, ama onu kimse size veremez. Transfer edilebilir bir şey değildir. Ve gerçekler dünyasında sadece boşluk bulunabilir.
Gerçek ancak zihin devrede değilken bilinebilir. Gerçeği bilmek için zihnin durması gerekmektedir. Sessiz, hareketsiz ve işlevsiz olması gerekmektedir.

Düşünce, gerçek içinde yol alamaz. Ancak gerçek, düşünce içinde yer alabilir. Düşünerek gerçeğe ulaşamazsın, ancak gerçeğe ulaştığın zaman düşünce ona hizmet edebilir. Benim yaptığım budur, Buddha’nın yaptığı budur, bütün ermişlerin yaptığı budur. Benim söylediklerim birer düşüncedir. Ancak bu düşüncenin arkasında bir boşluk bulunur. O boşluk bir düşünce tarafından üretilmemiştir, o boşluk düşüncenin ötesinde bir şeydir. Düşünce ona dokunamaz, düşünce ona bakamaz bile.

Bir olguyu gözlemledin mi? Boşluğu düşünemezsin, bir boşluğu düşünceye çeviremezsin. Onu düşünemezsin, boşluk düşünülemez. Eğer düşünürsen, o zaman tam bir boşluk olmaz. Düşüncenin o boşluğa ulaşıp geri dönmesi gerekir ama onlar asla buluşamaz. Boşluk geldiği zaman ise kendini ifade etmek için her türlü aracı kullanabilir.

Kavrayış bir sıfır düşünce halidir. Bir şeyi tam anladığın, tam kavradığın, tam gördüğün zaman ortada bir düşünce olmaz. Burada da beni dinlerken, benimle birlikteyken, bazen görüyorsun. Ama o anlar birer boşluktur, aradır. Bir düşünce gitmiştir ve yerine yenisi gelmemiştir. Arada bir boşluk oluşur; o boşlukta bir şey sana çarpar, bir şey titreşim yaratmaya başlar. Sanki biri davul çalışıyor gibidir.
Davulun içi boştur, o yüzden çalınabilir. O boşluk titreşir. Duyduğun o güzel ses bir boşluktan üretilmektedir. Sen hiçbir şey düşünmediğin anda, bir şeyler mümkün olur. Anında mümkün olur. O zaman benim ne dediğimi görürsün. O zaman duyduğun sadece kelimeler olmaz; bir sezgi, bir kavrayış, bir vizyon olur. Ona bakmış olursun. Onu benimle paylaşmış olursun.

Kavrayış bir düşünmeme halidir. Hiç düşünce yoktur. O bir boşluktur. Düşünce sürecine verilmiş bir aradır. O boşluk içinde gerçek, bir an için gözüne ilişir.

İngilizce’de boşluk kelimesinin kökü “dinlence” sözcüğünden gelir. Eğer kökenine bakarsan çok güzel bir sözcüktür. Çok verimli bir kök sözcüktür. Ara vermek, meşgul olmamak anlamına gelir. Ara verdiğin zaman, meşgul olmadığın zaman bir boşluğa ulaşırsın. Boş bir zihin şeytanın atölyesidir atasözü ise saçmalıktan başka bir şey değildir. Asıl tam tersi geçerlidir: Meşgul beyin şeytanın atölyesidir. Boş zihin Tanrı’nın atölyesidir, şeytanın değil. Ancak benim boşluk sözcüğüyle ne demek istediğimi anlamalısın. Dinlence, sükunet, gerginsizlik, hareketsiz olmak, bir şey arzulamamak, bir yere gitmemek, sadece burada olmak, her şeyiyle burada olmak. Boş bir zihin, saf bir bulunma durumudur. Ve o saflık anında her şey mümkündür çünkü bütün varoluş durumu, bu saf bulunma durumundan ortaya çıkar.

Bu ağaçlar o saf bulunma durumundan doğar, bu yıldızlar o saf bulunma durumundan doğar; hepimiz buradayız. Bütün Buddhalar bu saf bulunma durumundan ortaya çıkar. O saf bulunma durumunda sen Tanrı’nın içindesin; sen Tanrısın. Zihnin meşgul olduğu an düşersin; meşgul olduğun zaman, cennet bahçesinden kovulman gerekir. Meşgul olmadığın zaman tekrar bu bahçeye dönersin. Meşgul olduğun zaman ise evine dönersin.

Zihin gerçekle meşgul olmadığı zaman, yani içinde nesneler ve düşünceler varken, o şeyler senin gerçeğin olur. Sadece boşlukta gerçekle buluşabilir ve bütünleşebilirsin. Sadece boşlukta gerçeğe açılırsın ve gerçek senin içine girer. Sadece boşlukta gerçeğe hamile kalabilirsin.

Zihnin üç farklı durumu vardır. Bunların ilki içerik ve bilinçtir. Zihninde her zaman bir içerik bulunur. Hareket eden bir düşünce, yükselen bir arzu, öfke, açgözlülük, hırs. Zihninde her zaman içerikler bulunur; zihin asla dinlencede değildir. Bu yoğunluk gece gündüz devam eder. Sen uyanıkken oradadır, uyuduğun zaman oradadır. Uyanıkken bu içeriğe düşünce dersin, uyurken varolan içerik ise rüyadır. Aslında aynı şeylerdir. Sadece rüya biraz daha ilkeldir, hepsi bu. Çünkü görüntüyle düşünür. Kavramlar yerine
görüntüler kullanır. Biraz daha ilkeldir. Tıpkı küçük çocukların resimlerle düşünmesi gibi. O yüzden çocuk kitaplarında büyük ve renkli resimlerin olması gerekir; çünkü resim üzerinden düşünürler. Resimler üzerinden kelimeleri öğrenirler.

Zamanla o resimler giderek küçülecek ve sonra yok olacaktır.
İlkel insan da resimlerle düşünürdü. En eski diller resimsel dillerdir. Çince resimsel bir dildir; alfabesi yoktur. En eski dil odur. Geceleri tekrar ilkel haline dönüyorsun, gündüzün sofistike ortamını unutup tekrar resimlerle düşünmeye başlıyorsun. Sonuçta ikisi aynıdır.

Burada psikanaliz görüş değerlidir. Onlar senin rüyalarına bakar. Çünkü orada daha fazla doğru vardır. O noktada daha ilkel olduğun için hiç kimseyi kandırmaya çalışmıyorsun; daha özgünsün. Gündüzleri etrafında oluşmuş olan bir kişilik seni saklar, tabaka tabaka oluşmuş bu kişilik yüzünden gerçek insanı bulmak kolay değildir. Derine girmen gerekir ve bu acı verir, o kişi direnir. Ancak geceleri üzerindeki kıyafetleri çıkardığın gibi, kişiliğinizi de çıkartırsın. Artık ona ihtiyaç yoktur çünkü kimseyle iletişim kurmayacaksın; yatağında yalnız olacaksındır. O sırada dünyada olmayacaksın, tamamen kendi özel çevrende olacaksın. Saklanmaya ya da rol yapmaya gerek duymazsın.

Psikanalistler de o yüzden rüyalarına girmeye çalışır, çünkü asıl kimliğini daha net bir şekilde ifade ederler. Ancak aslında aynı oyun farklı bir dilde oynanır; oyun farklı değildir. Bu zihnin normal durumudur: Zihin ve içerik, bilinç artı içerik.

İkinci zihin durumu ise içeriksiz bilinçtir; meditasyon işte budur. Bilincin tamamen yerindedir ve bir boşluk vardır; bir aralık. Karşında düşünce olmayan bir ortam vardır. Uyumuyorsun, uyanıksın ama bir düşünce yok. Bu meditasyondur. İlk durum zihindir, ikinci durum ise meditasyon.

Sonra bir de üçüncü durum vardır. İçerik kaybolduğu zaman, nesne kaybolur ve konu uzun süre varolamaz; çünkü onlar birlikte varolurlar. Birbirlerini var ederler. Konu, yalnız kaldığı zaman, ancak geçici bir süre varolabilir, sadece geçmişin getirdiği bir ivme sayesinde. İçerik olmayınca bilinç uzun süre orada kalamaz; çünkü artık ona ihtiyaç yoktur. Bilinç her zaman bir şeyin bilincidir. Bilinç dediğin zaman “neyin bilinci” diye sorabilirsin. Cevap ise “bir şeyin bilincindeyim” olur. O nesneye ihtiyaç vardır, konunun var olabilmesi için bir nesne mutlaka bulunmalıdır. Nesne ortadan kaybolduktan sonra konu da kaybolmaya başlar. Önce içerik gider ve sonra bilinç kaybolur.

Üçüncü durumun adı Samadhi’dir. İçerik yok, bilinç yok. Ancak unutma, bu içerik ve bilinç olmayan durum bir bilinçsizlik durumu değildir. O bir bilinç üstü durumudur, transandantal bilinç. Bilinç artık sadece kendisinin bilincindedir. Bilinç kendisine dönmüş durumdadır; halka tamamlanmıştır. Yuvana ulaşmışsındır. Bu üçüncü durumdur, Samadhi’dir. Bu üçüncü durum Buddha’nın, Şunyata ile kastettiği şeydir.
Önce içeriği bırak; o zaman yarı boş olursun. Sonra bilinci bırak, tamamen boşalmış olursun. Bu tam boşluk, olabilecek en güzel şeydir; en büyük kutsamadır.
Duygu bir saflıktır; aşırı hassasiyet bir kandırmacadır. Sen bir numara öğrenmişsindir. Kadın ağlarsa kazanacağını bilir. Şimdi, bazen gözyaşı gelmeyebilir, çünkü ağlamak kolayca yönlendirilemez. Fakat o onu getirmeye çalışır, rol yapar, oyun oynar. Bu gözyaşları sahtedir.
Gözlerden akıyor bile olsalar sahtedir. Çünkü onlar gelmiyor, onlar getiriliyor. Aşırı hassasiyet kurnazca yaratılmış, yönlendirilmiş duygudur. Rasyonellik şöyle bir şeydir; tıpkı aşırı hassasiyetin
duyguların çarpıtılması olması gibi rasyonellik de mantığın çarpıtılmasıdır.
Şayet sen rasyonelsen, GERÇEKTEN RASYONELSEN bir bilim adamı olacaksın. Eğer sen gerçekten duygusalsan bir şair olacaksın. Bunlar güzel şeyler. Ancak, yine de diyalog daha kolay olsa da mümkün olmayacaktır. Rasyonellik ve aşırı hassasiyet ile bu çok zordur. Fakat mantık ve duygu ile o kadar da zor değildir. Yine de zorluklar olacaktır. Fakat şefkat, birbirini anlamak için bir çaba olacaktır.

PEK ÇOK İNSAN AŞIRI HASSASYETİN MANEVİYAT OLDUĞUNU DÜŞÜNÜR. Duygular düşünceler kadar zihinseldir. Ve senin kalp olarak adlandırdığın şey, kafan kadar kafanın içindedir. Sen çok kolay duygusallaşabilirsin. Ağlayabilirsin ve gözlerinden büyük inci taneleri gibi gözyaşları dökülebilir. Fakat ruhsal hiçbir şey yoktur. Gözyaşları herhangi başka bir şey kadar fizikseldir. Gözler bedenin parçasıdır.
Ve duygular fiziksel enerjideki bir karmaşadır. Ağlarsın ve gözyaşı dökersin; elbette rahatlamış hissedeceksin, iyi bir ağlamadan sonra rahatlamış hissedeceksin. Rahatlayacaksın. Dünyanın her yanındaki kadınlar bunu bilir. Onlar bunun işe yaradığını çok iyi bilir. Onlar ağlar ve gözyaşı döker ve rahatlarlar. O ruhsal bir boşalımdır. Ancak bunda manevi hiçbir şey yoktur. Ancak insanlar her şeyi karıştırmaya devam ederler: Ruhsal olmayan şeylerin ruhsal olduğunu düşünmeye devam ederler.

Zihin ifade etmek için eğitilmiştir, kalp ihmal edilmiştir. Bu yüzden sürekli olarak o kalbi vurgulamaya devam ettiği sürece Halil Cibran’la aynı fikirde olamam. KALP BİR ARA İSTASYONDUR, VARIŞ İSTASYONU DEĞİLDİR. Son istasyon senin varlığındır; yol orada biter.
Çünkü başka gidecek hiçbir yer yoktur.

0 yorum :

Lütfen Yorumunuzun anlaşılır ve imla kurallarına uygun olmasına dikkat ediniz.

-