Miller Deneyi
Protein canlıların yapıtaşıdır. Bir canlı hücre proteinlerden oluştuğu gibi etobur hücreler ve canlılar başka canlıların proteinlerini parçalayarak enerji elde eder ve yaşamalarını sürdürürler. Protein en kaba anlamda ‘et ve bitki’ demektir. Bizim gibi ağzında kesici köpek dişleri taşıyan canlıların yaşamak için proteine ihtiyacı vardır.
Aminoasit de proteinin yapıtaşıdır. Çok çeşitli aminoasitler vardır ancak bunların yalnız 20 tanesi protein yapıtaşı olarak kullanılır. Bilinen ve biz canlılarda görünen bütün protein tipleri, DNA, enzimler, hücre plazması, hücre zarı, hücre çekirdeği, hücre plazması içindeki elemanların hepsi proteinlerden ve proteinleri oluşturan 20 çeşit aminoasitten meydana gelmiştir.
Protein yiyen canlılardan başka hücre için gerekli enerjiyi başka bir canlıdan değil, doğrudan güneşten alan canlılar vardır. Klorofil içeren bu canlılar fotosentez dediğimiz işlemle protein sentezi yaparlar ve hücrelerini üretmekte kullanırlar. Proteinle beslenen canlılar başka canlıları yemek zorundadır, çünkü gerekli bazı proteinleri kendileri üretemezler. Bunları hazır olarak almaları gerekir.
Diğer canlılara göre yüksek bir yapı oluşturan insanlar gerekli maddeleri hem et hem de bitki yiyerek elde eder. Bitkiler havada bulunan azot elementini kullanırlar. İnsan da dolaylı olarak bitkilerden ve bitkileri yiyen hayvanlardan havadaki azot elementini alır ve hücrelerinde kullanır. Yani vücudumuzu oluşturan maddelerden olan azotun kaynağı havadır (Bilindiği gibi içinde bulunduğumuz havanın 1/5’ini oksijen 4/5’ini azot oluşturur). İnsan sadece et yiyerek beslenen canlılardan farklı olarak gerekli azotu bitkilerden ve hayvanları öldürmeden elde edilen süt yumurta gibi hayvan ürünlerinden de elde edebilir. İnsan ölünce azot yeniden havaya döner.
Protein sentezi hayatın en önemli köşe taşlarından biridir. Bitkilere verilen gübrelerde daha çok sentez yapabilsinler diye azot bulunur. İnsan türünün hayatı protein sentezine bağlıdır. Artan nüfus daha fazla protein üretimi gerektirmektedir, ancak dünya kaynakları sınırlıdır. Vücudumuzda birçok denge protein üretimine bağlıdır. Örnek olarak şeker hastalığı insanın karaciğerinde üretilen insülin proteininin eksikliğinden olmaktadır. Şeker hastası bir insan yaşamak istiyorsa insülüni dışarıdam almak zorundadır. Ama insülini bir canlıdan elde etmek çok uzun ve zor bir iştir.
Türkiye’de insanlar bilerek veya bilmeyerek soya fasülyesi tüketmektedirler. Soya fasülyesi ithalatı petrolden sonra ikinci kalemi oluşturmaktadır. Hayvancılık gerilemektedir. Nüfus artmaktadır. Bütün bu nedenlerle proteinin sentetik olarak laboratuarlarda elde edilip edilemeyeceği bilim adamlarını ilgilendiren önemli bir konu olmuştur.
Protein sentetik olarak üretilebilir ve üretilmektedir. Sentetik olarak üretilmiş protein doğal proteinden en az 5 kat, bazen 16 kat daha ucuzdur. Bu durum aslında biraz da kötü olarak doğal üretim yollarını köreltmektedir. Sentetik proteinlere örnek olarak etten başka insülin, antibiyotikler, kas yapıcı sporcu proteinleri, proteinli içecekler vs. sayılabilir. Yarı sentetik olarak soya kıyması yerli olarak da üretiliyor. Balık atıklarından kokusu alınmış azot olarak bol gübre elde ediliyor. Soya sütünden yoğurt ve peynir elde edilmeye çalışılıyor. Hayvan yünü işlenip, zenginleştirilip değerlendiriliyor.
Bütün bu çalışmalar 1828 yılında başladı. Yüzyıllar boyunca kimyacılar, tuzlar, asitler, mineraller gibi inorganik maddeler dışında kalan organik maddelerin doğuşunda esrarengiz, bilimsel yoldan kavranması olanaksız, yalnızca canlı organizmalarda etkin bir yaşama gücünün bulunduğuna, yani onları Tanrı'nın yarattığına inandılar. 1828 yılında Fredrich Wöhler laboratuarda üre elde ettikten sonra işler değişti. Üre ve ürik asit vücudumuzdan sidik yoluyla atılan organik maddelerdir. İlk defa Wöhler’in yaptığı deneyle canlı hücrelerde üretilen bir madde laboratuar ortamında elde edildi. Bu başarı bilim adamlarını daha ileri adımlar atmak konusunda cesaretlendirdi.
Wöhler üreyi elde ettikten sonra her şey bitmedi. Çalışmalar durmadı. Durması için de bir sebep yoktu. Canlılığın nasıl oluştuğu her zaman kafaları kurcaladı. 1929 yılında Fleming tarafından doğal penisilin bulundu. Ancak doğal penisilinin bazı sakıncaları vardı. Penisilinin insana yararlı olabilmesi, yarı sentetik olarak üretilmesiyle gerçekleşti. 100 yılı aşkın bir süredir bilim adamları organik maddeler üzerine kafa patlatıyordu. Artık organik maddeler elde edilebiliyordu ancak temelde yine organik maddeler kullanılıyordu. Ya da o zamanın şartlarında olmayan şeyler kullanılıyordu. Örnek olarak 1950’de Nobel kazanmış olan Californialı biokimyacı Melvin Calvin elektron ivmelendiricinin iyonlaştırıcı ışınlarından yararlanarak aminoasit ve formaldehit elde etmişti ama bu sayılmazdı, çünkü 3.7 milyar yıl önce bir elektron ivmelendirici bulmak biraz zordu! Canlılığın ve proteinlerin yapıtaşları olan aminoasitlerin organik olmayan maddelerden elde edilmesi ilk defa 1953 yılında Stanley Miller tarafından yapılan deneyle gerçekleştirildi. Bu deney gerçekte canlılığın ortada organik bir yapı yok iken nasıl başladığının deneyi idi.
Deneyin amacı canlı olmayan abiyotik maddelerden organik bileşiklerin olabileceğini göstermekti. Canlılığın başladığı 3.7 milyar yıl öncesinde havada ve suda oksijen bugün olduğu kadar çok değildi. Çünkü oksijen üreten bitkiler yoktu. Sadece suda erimiş halde tuzlar, metan, amonyak, su ve karbondioksit vardı. Canlılığın oluşabilmesi için polimer denen uzun moleküllere gereksinme vardı. Ama bu moleküllerin üretilebilmesi için canlılığa gerek vardı. Yani yumurtanın olması için tavuğa, tavuğun olabilmesi için yumurtaya gerek vardı. Yaratılşçılar bu olayı kolaylıkla çözmüştür. Onlara göre Tanrı tavuğu yarattı, ondan sonra tavuktan yumurta çıktı. Ama bilimsel açıklama böyle olamazdı. Başlangıçta öyle bir şey olmuş olmalıydı ki cansız maddelerden canlı maddeler elde edilebilsin. Ama yüz yıldan fazla süren deney ve çalışmalarda böyle bir sonuç elde edilememişti.
Artık bilim adamları bu işin olamayacağını düşünmeye başlamışlardı ki ortaya Chicagolu bir kimya öğrencisi olan Stanley Miller ve yaptığı deney çıktı. Miller ünlü deneyini yaptığı sırada henüz öğrenciydi. Bilim adamları canlılığın sırrını çözebilmek için çok karmaşık ve olmadık yollar deniyorlardı. Ama Miller bütün eksik bilgisi ve acemiliği ile onların yaptığı şeylerin hiçbirini denemeye kalkmadı. Var olduğu söylenen maddelerden sadece en önemli bulduğu ikisini bir araya getirdi: Metan ve amonyağı. Bunları göz kararı su ile karıştırdıktan sonra cam bir deney kabının içine döktü. Geriye kaba verilecek enerji kalmıştı. Kimyasal bir reaksiyonda tepkime olması için enerji gerekir. Miller doğal bir enerji kullanmak istedi. 3.7 milyar yıl önce iki doğal enerji kaynağı vardı. Biri güneşten gelen mor ötesi ışınlar, diğeri yıldırımlardı. O zamanlar bulutlar toplanıp şimşekler çakıyor ve yağmur yağıyordu. Hem de çok miktarda. Mor ötesi ışının molekülleri bozma özelliği de vardır. Miller yıldırım kullanmaya karar verdi. Deney tüpüne bir yüksek gerilim kablosu soktu ve elektrik verdi. Sonra her şeyi deney masasında bırakıp gitti, beklemeye başladı.
Bu biraz garip bir durumdu. Çünkü o zamanki bilgilere göre deney tüpünde bir şeyler olabilmesi için birkaç yüz milyon yıl geçmesi gerekiyordu. Ancak ertesi gün laboratuara gidip elde ettiği sonuçları başka bir tüpe alıp incelediğinde amacına ulaşmış olduğunu gördü. Eriyikte yalnız bir dizi organizma birleşimi (formaldehit, glikolaldeit, sirke asidi) oluşmakla kalmamış, 3 de çok önemli aminoasit oluşmuştu. Bunlar Glisin, Alanin ve Asparajin’di. Bu 3 aminoasit, proteinleri oluşturan 20 aminoasitin 3 tanesi idi.
O yıllarda yumurta akı proteini biyologlar tarafından ‘esrarengiz’ olarak tanımlanıyordu. Bu protein şimdi biliniyor ki birbirine bağlanmış aminoasitlerin oluşturduğu bir zincir molekülden başka bir şey değildir ve bütün proteinler böyledir. Bu zincir üzerinde 100’den başlayarak 30 bine kadar aminoasit bulunabilir. Daha sonra gelen bilim adamları amonyak ve metanı farklı oranlarda karıştırarak farklı aminoasitler elde ettiler. Daha sonra da bildiğiniz sentetik protein çalışmaları başladı.
Son yıllardaki çalışmalara bir örnek olarak, Massachusettes Üniversitesi Tıp Fakültesi uzmanları Şubat 2008’de sentetik olarak ürettikleri IGFBP7 isimli proteinin melanom olarak bilinen deri kanserinin yayılmasını önlediğini bildirdiler.
Yaratılışçılar 181 yıl geriden geliyorlar. Wöhler’in deneyinden sonra aradan 181 yıl geçti. Bugün hala bazıları organik maddeler, özellikle proteinler için araya tesadüf kelimesini sokuşturarak şunu elde edemezsiniz bunu elde edemezsiniz diyor. Cahilliklerine diyecek yok. Ama bir yandan insanları aldatmaları ve cahilliklerine ortak etmeleri, işte bu affedilemez. Protein elde edilip büyü bozulduktan sonra tesadüf kelimesi üzerinde duruyorlar, çünkü artık proteinlerin laboratuarlarda elde edildiği inkar edilemez duruma geldi. Protein elde ediliyor ama tesadüfen elde edilemiyor. Artık yaratılışçılığı böyle savunuyorlar. Ama bu da garip. Çünkü laboratuarda tesadüf olmaz. Bir gariplik daha var. Yaratılışçılar iddialarında sürekli olarak ya tesadüf ya da akıllı tasarım ikilemini ileri sürerlerdi. Yani bir şey tesadüf değilse tanrı yaratmıştır. Ama laboratuar deneylerinin sonuçlarını kabul etmelerinin sebebi işlemin tesadüf olmamasıdır. Öyle söylerler. Peki tesadüf değilse laboratuardaki ürünleri tanrı mı yaratmış oluyor? Tabi ki hayır. Şunu anlatmaya çalışıyorum. Tesadüf ve yaratılmak birbirinin zıddı kavramlar değildir. Laboratuarda elde edilen organik maddeler ve proteinler bunun en güzel kanıtlarıdır. İnsan bir şey söylerken başka zamanlarda söyledikleriyle tutarlı mı tutarsız mı kontrol etmeli. Ama söylenenler doğru değilse tutarsızlık zaten sırıtacaktır.
Günümüzde -söylenmiyor ama- büyük ihtimalle laboratuarlarda virüs de üretiliyor. Bilimin karakteri şudur ki, bir noktaya geldikten sonra orada durmaz, devam eder. Biz günümüzdeki gerçek durumu yaşarız. Çabaların burada da durmayacağına emin olabilirsiniz.
Yaratılışçıların deneyin geçersiz olmasında iddia ettikleri bir konu da atmosferin o zamanki atmosfere uymadığı konusundadır. Bu iddia tümüyle konuyu başka bir yöne çeken geçerliliği sıfır olan bir iddiadır. Çünkü hayat havada, atmosferde değil suda başlamıştır. Bu deney hayatın nasıl oluştuğunu değil, sadece organik maddelerin abiyotik maddelerden oluşabileceğini kanıtlamıştır.
Yaratılışçıların deneyin geçersiz olmasında iddia ettikleri bir konu da atmosferin o zamanki atmosfere uymadığı konusundadır. Bu iddia tümüyle konuyu başka bir yöne çeken geçerliliği sıfır olan bir iddiadır. Çünkü hayat havada, atmosferde değil suda başlamıştır. Bu deney hayatın nasıl oluştuğunu değil, sadece organik maddelerin abiyotik maddelerden oluşabileceğini kanıtlamıştır.
0 yorum :
Lütfen Yorumunuzun anlaşılır ve imla kurallarına uygun olmasına dikkat ediniz.