-

Abiyogenez Teorisi - hayatın başlangıcı ile ilgili görüşler

23 Mart 2012 Cuma yazildi.
Sponsorlu Bağlantılar

Tahtada 'Daha sonra mucize olur' yazıyor.

Canlılık nasıl başladı? – Abiyogenez (Canlı ile başlamayan canlılık) teorisi
 Canlılığın nasıl ortaya çıktığını kesin olarak bilmiyoruz. Bilseydik belki yeniden yapardık. Ancak tümüyle bilgisiz değiliz. Hatta birçok şey biliyoruz. Dünya’nın başlangıçta bir süre üzerinde canlı olmadan döndüğünü, şimdiki halimize bakarak– önce denizlerde olmak üzere – arada bir yerde canlılığın ortaya çıktığını, ancak bütün canlıların bir anda ortaya çıkmadığını, zaman içinde evrim geçirerek türleştiğini biliyoruz. Günümüz insanının da bunca milyar yıl içinde son 200 bin yıldır var olduğunu biliyoruz. Bu sürenin 470 cm uzunluğunda bir ipin ucunda nokta kadar bir yer tuttuğunu daha önce belirtmiştim. Yaşayan canlılara, fosil bulgularına ve genetik bilgilere bakarak bütün canlıların uzaktan, yakından birbiriyle akraba olduğunu da biliyoruz. Canlıların sınıflandırılmasıyla ortaya çıkan tablo ve tarih – çok hücrelilerin de ortak yaşayan tek tek hücrelerden oluşması sebebiyle – kaynak olarak bizi tek hücreli bir hayat başlangıcına götürüyor.
Günlük yaşantımızda bir canlıyı başka bir canlının doğurduğunu, ya da bir hücrenin bölünerek çoğaldığını görüyoruz, gözlüyoruz. O yüzden yeni bir canlının olabilmesi için yine bir canlının mevcut olması gerektiğini düşününce iş sarpa sarıyor. Acaba bu döngü nasıl başlamıştır? Binlerce yıldır insanlar bunu düşünüyor. Döngünün ilk canlının yaratılmış olması ile başladığını düşünenler var. Bu da düşünen kişiyi bir yaratıcının varlığına götürüyor. Eskiden bilim ilerlememişken canlıların – örnek olarak bir kedinin – tekil varlıklar olduğu sanılıyordu. (Yani ortak yaşayan hücrelerden oluşmayan tek başına canlılar). Canlılar canlıları veya canlıların ürünlerini yiyerek yaşadıkları için, atom molekül ve maddeler konusunda bilgisiz oldukları için cansız Dünya ile canlı bağlantısı bilinmiyordu. Bugün biliyoruz ki canlıları oluşturan maddeler cansız Dünya’yı oluşturan maddelerle aynıdır ve bütün canlılar gözle görünemeyen hücrelerden oluşmuştur. Soruyu bir daha soralım:Canlılık nasıl başladı? Birinci hücre nasıl oluştu?
Bilim doğa üstü güçlerle, mucizeyle çözüm önermez. Bu tür çözümleri dikkate almaz. Olay fizik ve kimya yasalarına uygun olmak zorundadır. Bütün bildiklerimiz ve gözlediklerimiz bizi götürdüğü sonuç şudur:: Tek hücreli bir canlı, çok uzun bir sürede, fizik ve kimya yasalarına uyarak canlı olmayan maddelerden meydana gelmiştir. Oluşan canlı daha sonra evrim geçirerek insan dahil günümüz canlılarını meydana getirmiştir. Aşağıda yazacaklarımı iyice anlayabilmek için daha önce yazdığım ilgili yazıları gözden geçirmenizi öneririm.
Daha önce söylediğim gibi Evrim teorisi bir hücreli canlının oluşumu ile ilgilenmez. Evrim teorisinin konusu canlılık oluştuktan sonraki türleşmedir. Bir hücreli canlının oluşumu başka bir teori ile, Abiyogenez teorisi ile açıklanır. Darwin’in Evrim Teorisine yakıştırılan ‘daha bir hücreyi bile oluşturamamışken…’ sözü cahillikten kaynaklanmaktadır.
Diyalektik
Hem evrim teorisinde hem de diğer bütün teorilerde geçerli olan ilke diyalektiktir. Diyalektiğin bir ilkesine göre nicel değişimlerin birikmesi nitel bir değişikliğe sebep olur.


Bu ilke hayatın her alanında geçerlidir. Örnek: Birine sinirlenirsiniz. Bu karınız, kocanız, arkadaşınız, patronunuz veya babanız olabilir. Sesinizi çıkarmazsınız. Ama sinir içinizde birikir. Sonra bir an gelir, artık kendinizi tutamaz olursunuz. Bağırarak veya başka bir eylem yaparak sinirinizi açığa çıkarırsınız. Başka bir örnek: Suyu buzdolabında soğutursunuz veya hava sıcaklığının düşmesiyle su kendiliğinden soğumaya başlar. Önce bir değişiklik görülmez. Ama sıfır derecesi geçildikten sonra su katılaşmaya başlar, yani donar. Bu nitel bir değişikliktir. Suyu ısıtınca da aynı şey olur. Önce tam olarak bir şey anlaşılmaz. Ama 100 dereceyi geçtikten sonra kaynamaya başlar yani sıvı halden gaz haline dönüşür. Başka bir örnek: Bir balonu sonsuza kadar şişiremezsiniz. Kapasitesini aşarsa patlar. Balonun belli bir esnekliği vardır. Ama çocukların oynadığı deterjan suyundan kabarcık yapma işi deterjan daha esnek olduğu için fazla hava üfleyince patlamayabilir fakat yine çok hava kaldıramaz ve ikiye bölünebilir. Verilecek örnek sayısı sınırsızdır. Canlılığın ortaya çıkışı da böyle olmuştur.
Diyalektiğin bir ilkesi daha vardır. Birbirine karşıt iki nokta (iki görüş, iki renk) vardır. Ancak bu iki noktanın karışımından oluşan ara noktalar da vardır. Bunlar ne oraya ne de buraya aittir. Tümüyle farklıdır. Örnek: Siyah ve bayaz vardır ama gri de vardır. Gece ve gündüz vardır ama bir de alacakaranlık kuşağı vardır. Bunun için de verilecek örnek sınırsızdır. Canlılığın oluşması için de aynı şey söylenebilir. Cansızlık ve canlılık vardır. Ama bunların arasında ne canlılığa ne de cansızlığı ait olan bir ara durum vardır.
Doğal seçilim yasası
Evrim teorisi ilk canlı hücrenin oluşması ile ilgilenmez demiştim ancak doğal seçilim yasası (bunun için iki yazıya bakınız, ‘doğal seçilim yasası’ ve ‘laboratuarda evrim’) canlılığın ortaya çıkışında hep daha iyi olanı seçerek geçerli olmuştur. Yani konuyu anlayabilmemiz için doğal seçilimin nasıl çalıştığını da bilmemiz gerekiyor. Doğal seçilim ortaya yeni bir şey çıkarmaz. Ancak her zaman mevcut olanın iyisini seçer. Burada iyi olandan kast edilen şey, çevre şartlarına uyumdur. Çevre şartlarına dayanan bozulmadan durabilen, çevresinden yararlanabilen yapılanma, iyi olarak kabul edilir. Her şeyden önce iyi olmak, bozulmadan hiç olmazsa bir süre mevcut yapıyı koruyabilmektir.
Tortul kütleler
Araştırmaların bilimsel kaynağı olarak, Grönland’ın güney batısındaki İsua denilen bölge 3, 8 milyar yıllık jeolojik bir bölge gösterilmektedir. Buradan alınan örneklerde kaya aralarında ilkel hücre fosilleri gözlenmiştir. Bundan başka Avustralya’da, 3, 5 milyar yıllık kayalıklarda, güney Afrika’da 3, 2 milyarlık kayalarda ilkel hücreler gözlenmiştir. Bu verilere bakarak canlılığın başlangıcının o tarihlerde olduğu kanısına varılmıştır.
Abiyogenez teorisi
1920’li yıllarda birbirinden habersiz iki bilim adamı Sovyetler birliğinde Aleksandr İ. Oparin ve İngiltere’de J. B. S. Haldene, organik maddelerin organik olmayan maddelerden oluşabileceğini öne sürdüler. 1953’te ünlü Miller deneyi bu iddiayı kanıtladı. Daha sonra Miller’in öğrencisi Jeffrey Bada daha iyisini yapmıştır.
Canlılık su içinde ortaya çıkmıştır. ‘Cansız Dünya’nın evrimi’ başlıklı yazıda söz ettiğim Urey etkisi ile bütün su birikintileri rastgele canlılığın yapıtaşları organik maddelerle dolmuştu. Buna genel olarak ‘İlksel Çorba’ deniyor. Doğrudan denize veya akarsulara açılan yanardağ ağızları vardı (şimdi de var). Bu ısı kaynaklarından kademeli olarak uzaklaştıkça azalan ısı, çeşitli bileşiklerin oluşmasına elverişli ortamlar oluşturuyordu. Bu organik çorba içinde içinde hücre zarını oluşturan moleküller (lipidler), peptidler, ilk polimerler yani DNA ve RNA’ya gerek olmaksızın oluşmuş proteinler vardı. ‘Damarlarımızda deniz suyu dolaşıyor’ başlıklı yazıda gelişmiş hücre zarından söz etmiştim. Değişen şartlar ve mevsimler sığ sularda suyun bir gidip bir gelmesine sebep oluyordu. Bu değişimlerin etkisiyle sudan korkan ve suyu seven moleküller termodinamik yasalarına uyarak sırtsırta verdiler, suyu seven tarafları suya doğru döndü ve moleküller yan yana ve sırtsırta, kaçınılmaz olarak mikroskobik büyüklükte bir top şekline dönüştüler. Moleküllerin içeriden dışarıya sıralanması şöyleydi: Suyu seven – suyu sevmeyen – suyu sevmeyen – suyu seven. Ortalarında sudan ayrı küçük bir odacık, birbirinden çok farklı olmayan iki ortam oluştu. Bunu yaparken moleküllerin bilinçli bir amaçları yoktu. Ama yapıları nedeniyle böyle olması gerekiyordu. Bunlardan çok yüksek sayılarda oluştu.
Küçük mikroskobik yuvarlak yapılar suyun içinde çalkantıların etkisiyle oradan oraya savruluyorlardı. Odacık da su ile doluydu ancak zamanla durum değişti. Bildiğiniz gibi hücre zarları (burada oluşan kesecik canlı olmasa da yine de bir hücre idi, tek farkla, bu hücre canlı değildi) küçük moleküllerin geçmesine izin verirler. Canlı hücre zarına göre çok ilkeldi. Protein öbekleri yoktu ama yine de küçük moleküllerin yuvarlak yapıdan içeri girip çıkmasına izin veriyordu. Ancak bazı küçük moleküller hücre içindeyken başka moleküllerle birleşip daha büyük moleküller oluşturuyordu. Bunlar bir daha dışarı çıkamıyordu.
Dışarı çıkamayan moleküller bazen iyonize (elektron kaybetmiş veya elektron almış olarak) ve bu nedenle daha çok bağ yapmaya hevesli durumda oluyordu. Bunlar başka küçük moleküllerle birleşerek daha da büyük – fakat yine iyonize – moleküller oluşturdular.
Geriye dönüşü olmayan bir süreç ve diyalektik çalışmaya başladı.
Sidney Fox gibi bilim adamlarının kanıtladığı gibi aminoasitler kendiliğinden birbiriyle bağ yaparak karmaşık olmayan protein zincirlerini oluşturabilirler. Bu şekilde bazı enzimler (ki onlar da proteindir), RNA zincirleri oluşmuştur. Burada oluşan bileşiklerin herhangi bir belirli amacı yoktu. Birleşmeler rastgele olmuştur. Ancak bazıları işe yaramıştır.
Canlı hücreler neden bölünmeye gerek duyarlar? Bölünmeseler olmaz mıydı? Çok hücreli canlılar olarak bizler, hücre bölünmesini şimdi vücudumuza organ yapmak, bozulanları onarmak, çocukluktan büyüklüğe geçmek olarak algılıyoruz. Ancak bir hücreli canlı için durum öyle değildir. Sentezlenmiş maddeler hücrenin dışına çıkamaz. Böylece bir kütle artışı olur. Ancak atomların bağ yapıları belli bir büyüklükten daha fazlasını kaldıramaz. Öyle olsaydı kocaman, gözle görünür hücreler olurdu. Bir hücreli canlı, yapısı bozulmadan içindeki maddelerin çokluğunu kaldıramayacağı için bölünmek zorundadır. Kütle artışı, hücrenin bölünmesinin sebebidir. Aynı şey cansız kesecikler için de geçerliydi. Büyüklük farkı keseciğin parçalanmasına ve/veya daha küçük boyutta yeniden düzen kurmasına sebep oluyordu. Bölünmekteki ilk amaç çoğalmak değil, mevcut yapıyı korumaktır. Bu kural cansız hücreler için de – her ne kadar ne yaptığını bilmese de – geçerlidir (aslında canlı hücre de bölünürken ne yaptığını bilmez). Moleküllerin bir arada durabilme kapasiteleri vardır. Onu aşmamaları gerekir ki sudan kaçan biçimlerini koruyabilsinler.
Bir noktaya daha dikkat çekmek istiyorum. Daha önce söylediğim ve bilindiği gibi virüsler kendi başlarına çoğalmazlar. Yani bölünmezler. Çünkü virüsler acıkmazlar, beslenmezler. Virüslerin enerjiye ihtiyaçları yoktur. Beslenmemelerinin sebebi de virüs DNA’sının içinde bulunduğu kapsülün dışarıya tamamen kapalı olmasıdır. Ne içeri giriş ne de içerden çıkış vardır. Buradan çıkaracağımız sonuç, bir hücre besleniyorsa, mutlaka ya parçalanır ya bölünür. Çünkü kütle artışının başka kurtuluşu yoktur.
Beslenmek, bir hücre için dışarıdan içeriye enerji girişidir. Bu giriş güneş ışığı veya çok sayıda bağ yapmış organik moleküller sayesinde olur. Zarı geçirgen olan hücreler beslenirler. Demek ki onları ileride bir bölünme beklemektedir.
Yarı geçirgen zarları olan ilkel hücreler, içeriye madde girişi olduğu ve giriş kadar çıkış olmadığı için zamanla büyüdüler ve bölündüler. Bölünmeler önceleri kontrollü bölünmeler değildi. Kimi madde birinde, kimi madde diğerinde fazla oluyordu veya hiç olmuyordu. Bu nedenle hep birbirinden farklı karakterleri, özellikleri olan yeni hücreler oluştu.
Hücre nasıl bölünür?
Lipid moleküllerinden oluşan zar yarı geçirgendir. Su içinde eriyik halde bulunan mineraller, moleküllerin birleşmesini kolaylaştırdı. Zamanla amaçsız ve rastgele birleşen molekül zincirleri oluştu. Bunlar daha sonra işe yarasın, yaramasın polimerler, yani proteinlerdi. Bunlar keseciğin dışına çıkamadıkları için keseciğin esnemesine, daha doğrusu hücrenin büyümesine sebep oldular. Kesecikler silindirik yapılar, boru uzantıları şeklinde büyüdü. Bazen dalgaların etkisiyle veya sağa sola çarparak parçalandılar. Yırtılan yerleri yeniden suyu seven, sudan kaçan moleküllerle tamamlanıp kapandı. Zar içine girebilen kuvars gibi iyonlaşmış maddeler moleküllerin birleşmesi için katalizör görevi yapıyordu (Bunlara günümüzde oligo elementler deniyor).
Birbirinden farklı özellikler gösteren keseciklerin bazılarında rastgele olarak yapılarını koruyucu maddeler görüldü.
Canlılığın üç belirgin özelliği vardır.
1) Varlığını koruyabilmesi
2) Kimyasal sürecini yönetebilmesi
3) Kendini kopyalayabilmesi
Bir molekül topluluğu bu üç hareketi yapamıyorsa ona canlı denemez. Örnek olarak virüsler kendi kendine çoğalamadıkları için canlı kabul edilmezler. Vezikül diyebileceğimiz ilkel zarlar içinde bulunan ve içinde rastgele çoğalan molekülleri olan bu molekül grupları canlı değildi. Zarlar içine giriş çıkış rastgele oluyordu. Yalnız büyük moleküller çıkamıyordu. Bu rastgelelik aynı zamanda çeşitliliği de getiriyordu. Zarların içine bozulmaktan kurtulmuş aminoasitler, günümüzdeki RNA’ları oluşturan bazlar da (G, U, C, A gibi) giriyor, birbirleriyle bağ yapıp zar içinde kalıyorlardı.
Parçalanıp yeniden toparlanan keseciklerde çeşitlenme sebebiyle ortaya farklı özellikler taşıyan kesecikler çıktı. Kiminde bir madde, kiminde başka bir madde fazla idi. G, U, C, A birleşimleri de faklı farklı idi. Kimyasal reaksiyonlarla mevcut yapılar bozularak, parçalanarak enerji elde ediliyordu. Bazı moleküller önüne gelen molekülün ne olduğuna bakmadan kopyasını çıkarıyordu (ribozomlar). Ribozomlar bir çeşit RNA’dır. Ribozomlar hücre içinde dev molekül oluşturma işini hızlandırdı.
RNA olarak bilinen iyonize durumdaki dev moleküller ortamda bulunan katalizörlerin etkisiyle kendi eşlerini yaptılar (RNA replikasyonu).
Bütün bu işler için gerekli olan enerji ya güneşten ya da moleküllerin parçalanmasından elde ediliyordu. Enerji olmadan bunların olmasına imkan yoktu. Bazı keseciklerde enerji depoları ATP’ler (adenozin tri fosfat) vardı. Gerekli enerji buradan daha kolay elde ediliyordu. Böyle hücreler diğerlerine göre avantaj sağladılar. Olay şu şekilde çalışıyordu. Enerji büyük molekülün parçalanmasından elde edilir. ATP’nin özelliği 3 fosfat molekülünü ucuca bağlayarak enerji depolayabilmesidir. ATP oluştuktan sonra birinci ve ikinci bağları atarak ortama enerji sağlıyordu.
Enzimler kimyasal reaksiyonları hızlandıran katalizörlerdir. Ortamda gerekli enzimden sadece bir molekül olması yeterlidir. Ancak enzim olmadan da – daha uzun bir süreye gerek olsa da – kimyasal reaksiyonlar gerçekleşebilir. Bu durumda reaksiyon süresi saniyelerle ölçülmek yerine saatlerle, günlerle, yıllarla ölçülebilir. Bazen doğru enzim olmazsa yanlış veya eksik enzimle süre yine kısalabilir ancak bu süre en kısa süre değildir. Bu reaksiyonların kimi enzimlerin yardımıyla kimi de enzimler olmadan gerçekleşiyordu. Bazı proteinler ribozom gibi bir mekanizma olmadan ısı (yani güneş enerjisi) yoluyla sentezlendi (Nobel ödüllü bilim adamı Sydney W. Fox bu konuda başarılı deneyler yapmıştır).
Bu olaylar kesecikleri canlı hücreye dönüşmeleri yolunda adım adım yaklaştırdı.
Kristalleşme
Bazı maddelerin çok bilinen özellikleri vardır. Tuz, şeker gibi maddeler suda erirler. Ancak suyun eksilmesi durumunda molekülleri birbirleriyle özel bağlar yaparlar. Buna kristalleşme denir. Biçimleri çok düzenlidir. Çünkü bağ yapacak yerleri bellidir. Bir molekülün karşısınıa gelen başka bir molekül tam istediği gibi bir pozisyon almazsa kristalleşme olmaz. Suyun önce varlığı, sonra yokluğu kristalleşmeye yardım eder. Aynı madde, dış şatlar farklı olduğunda çok farklı sonuçlar doğurabilir. Örnek olarak mumdan çıkan is ile elmas aynı atomdan, karbon atomundan oluşmuştur. Ancak dış şartların farklılığı nedeniyle farklı biçimde maddeler oluşmuştur.
Aminoasitler şeker molekülü benzeri moleküllerdir. Suyun önce varlığı, sonra yokluğu, veya önce yokluğu, sonra varlığı aminoasit molekülleri arasında kristalleşmeye benzer bileşikler yapmasına sebep olur. Buna polimerleşme denir ve bu moleküller proteinlerdir. Sydney W. Fox deney tüplerinde bir deney tüpünü ısıtarak protein elde etmiştir (Proteinlerin laboratuar ortamında elde edilemediği iddiası kocaman bir yalandır). Doğal hayatta bu gibi ortamlar suyun çok olmadığı akarsu kenarları, çamurlu ortamlardır. Med cezir olayının sebep olduğu suyun çekilmesi, çamurun kısmen veya tamamen kuruması, sonra yeniden suyun gelmesi ilk proteinlerin bu şekilde oluşmasına sebep olmuş olabilir.
İlk RNA’nın belli bir gen sayısından oluşmasına gerek yoktu. Çünkü hücre zarının kendiliğinden oluşabildiğini, bazı proteinlerin RNA olmaksızın oluşabildiğini gördük. RNA oluştuktan sonra iyonize durumda olduğu için karşıt zincirini yani DNA’yı oluşturması kaçınılmazdır. Bir kere RNA oluştuktan sonra onu durdurmak imkânsızdı. Küçük DNA parçaları ortamda iyonize serbest bazların çoğalması ile onların etkisine girerler. Bağlarını koparıp onlarla bağ yaparlar. DNA parçaları birbirleriyle de serbest uçlarından bağ yaparlar. Bu durumda DNA’nın boyu uzar. DNA ikiye ayrıldıktan sonra sadece kendisine uygun bazlarla bağ yapar. Ama bu durum bir DNA’nın baştan aşağı bilgi içerdiği anlamına gelmiyordu. Günümüz DNA zincirleri üzerinde gen olmayan, hiçbir bilgi içermeyen zincir parçalarının olduğu tespit edilmiştir.
Bir DNA’nın çoğalarak iki tane olması kütle artışına işaret eder. Buna göre hücrenin bölünme zamanı gelmiştir. Günümüzde bir hücre 20 dakikada bir bölünür. İki DNA, hücrenin bölünmesi sırasında mutlaka ayrı hücrelere düşmek zorundadır. Yoksa bölünmenin bir anlamı olmaz.
DNA yeni hücreye ne bilgi nakleder? Kendisi neyse onu, yani sadece kendisini nakleder. Bunun içinde bilgi olabilir de, olmayabilir de. Ancak bölünme zamanları aynı zamanda değişme zamanlarıdır da. Yeni bazlar büyük çoğunlukla aynıdır, ancak içlerinden bazıları farklı olabilir. Farklı olması demek, DNA’nın içine önceki duruma göre farklı bir özelliğin girmesi demektir. Bu özellik yeni oluşan hücrelere bütünlüğünü koruma ve kendisini tekrar edebilme konusunda bir avantaj sağlarsa hücreler öncekilere ve başka hücrelere göre daha sağlam olurlar. Bu noktada evrim ve doğal seçilim başlamış demektir. Bundan sonra bölünen hücreler her zaman kendileri için iyi olanı alacak, kötü olanı eleyecektir.
İyi yönde atılan her adım hücreyi daha sağlam bir duruma getirdi. Öncekine göre daha sağlam olmak daha uzun süre bozulmadan bir arada durabilmek demekti. Bazı hücrelerde bunlar olurken bazıları da parçalanıyordu. Parçalanan hücreler, parçalanmayanların besin kaynağı oldular.
Yaklaşık 1 milyar yıllık bir süre içinde, öncekine göre daha iyi durumda olan ilkel hücre elemanları bir arada kalmayı, daha doğrusu yaşamayı başardı. Diğerleri elendi.
Günümüzde aynı yolları takip ederek yeni bir canlının oluşması imkansızdır. Çünkü mevcut canlılar ve oksijen onu hemen yok eder. Oksijen, güneş enerjisinden yararlanarak CO2 ve H2O sentezi yapan canlıların ortaya çıkmasıyla artmıştır. Oluşabilecek dev moleküller hemen mevcut canlılar tarafından yenir ve enerjisi değerlendirilir. Yani canlıların ortaya çıkış yolu bir daha açılmamak üzere kapanmıştır.
O zamanın şartlarını aynen laboratuarlarda yapmak mümkün değildir. Ancak benzerleri yapılabiliyor. O yüzden elde edilen sonuçlar o zamanın şartlarında elde edilen sonuçların aynısı olmayacaktır. Aslında düşünecek olursak buna gerek de yoktur. Yolun anlaşılması yeterlidir. Uzayda, başka bir gezegende, canlılığın olabileceği, ama onların bizden farklı, kendi gezegen ve güneş sistemlerinin şartlarına uyumlu canlılar olacağı söyleniyor. Aynı bu durum gibi, günümüzde laboratuarda yapılacak yaşayabilen bir canlı hücre, şartların değişmiş olması sebebiyle farklı bir hücre olacaktır. Belki protein yapısı farklı olacaktır. Belki karbon değil, silisyum temelli olacaktır. Ama sonuçta bütünlüğünü korumaya, yani yaşamaya çalışacaktır. Bu biçim bir hücrenin “proteini farklı’, ‘karbon değil’ diyerek canlı olmadığının iddia edilmesi mümkün değildir. Bunlar gelecekte olabilecek şeylerdir. Ömrümüz yetişirse yaşayıp göreceğiz, yetişmezse gelecek nesiller görecek.

0 yorum :

Lütfen Yorumunuzun anlaşılır ve imla kurallarına uygun olmasına dikkat ediniz.

-