-

Psikiyatrinin ruh hali - Neoliberal psikiyatrinin sefaleti

25 Şubat 2012 Cumartesi yazildi.
Sponsorlu Bağlantılar

Dr. Cemal Dindar
‘İkinci hadise, tamamen klinik mahiyette idi ve yine Jons’tan geliyordu.
Şöyleki: Jons’un kitabının bir sahifesinin altındaki bir notta Jons homoseksüalite ile paranuayya arasında bir münasebet olduğunu yazıyordu… Jons’un yukardaki notunu hatırlayarak bu vak’ayı Emrazi Akliye ve AsabiyeCemiyetinin bir toplantısında takdim ettim hiç araz göstermemiş bir hastanın demance paranoide’e döndüğünü ve vak’ada homoseksüalite bulunduğunu söyledim. Çok iyi hatırlıyorum, Şükrü Hazım itiraz etti. İlk müşehadede siz hastalığı meydana çıkaramamışsınız dedi. Fakat Lütfü Akif de oradaydı, o da hastayı ilk zamanlarda benimle beraber gördüğünü ve araz bulunmadığını söyleyerek beni destekledi. Ben müşahade alırken oradaydım, paranoide araz yoktu dedi ve mesele kapandı ve paranoia ile homoseksüalite münasebeti üzerinde asla durulmadı.’
Hatırat,
Dr. İzzettin Şadan
Giriş: kurumlar, aktörler, aktöreler…
Ruh sağlığı ile ilgili, daha da özlüsü akıl hastalıkları ile ilgili insancıl taleplerin yoğunlaştığı, arttığı, inceldiği dönemler, çoğu kez unutulsa, ya da görmezden gelinse de toplumun değişim taleplerinin bir parçasıdır. Tarihe bakılınca görülür, hep bir parçası olmuştur da. Batıda ‘tımarhaneler’in akıl hastanelerine dönüşme süreci, Pinel’in kişiliğiyle özdeşleşmiş olan ve ilk örneği Paris asylum’unda-‘deliler evi’nde gerçekleşen zincirlerin kırılması; ‘arkadaşça, insan sıcağıyla’ hastalara yaklaşılması ve uğraş tedavilerini merkez alan talepler Fransız Devrimi’nin bir ürünüdür. Amerika’da, Amerikan psikiyatrisinin kurucusu Rush, Amerikan Devrimi’ni izleyen günlerde cesaretle bağırıyordu: ‘Akıl hastaları halka teşhir edilmemelidir!’ Ülkemizde Cumhuriyet Devrimi’ni izleyen yıllarda benzer bir değişim yaşandı. Toptaşı Bimarhanesi kapatıldı. Hastalar gemilerle gizliden Reşadiye Kışlası’na taşındı. Bizim deneyimimiz özlü ve özgül bir deneyimdir: şimdi İstanbul’un en güzel, en yeşil, en yaşanılası köşelerinden biri olan Bakırköy Hastanesi hiç de adıyla anılan uzmanların değil, onların emeğine saygıyla birlikte şunu söyleyebilirim: Cumhuriyetin ilk akıl hastalarının eseridir. Her ağaçta, her taşta emekleri vardır. Bu emek öylesine yaratıcı olmuştur ki; sanırım kırklarda, ya da ellilerde başka hastanelerin bakım ve onarımına, örneğin Yedikule Göğüs Hastalıkları Hastanesi’ne ‘ücretsiz emek gücü’ olarak katkıda bulunmuştur. Buradaki kötüye kullanımı bir yana bırakalım. Tartıştığım bu değil. Akıl hastalarının gün yüzü görmesi toplumun gün yüzü görmesiyle yakından ilgilidir. ‘Tımarhanelere’, ya da, ortalık biraz daha temizlenince, yüksek doz nöroleptiklerle, o da olmazsa tespit gömlekleriyle, ki “deli” gömleğinin teknik adıdır, ‘taşkınlıklar’ bastırılınca, kibarlaşan adıyla ‘depo hastanelere’ hastaların kapatılması, toplumun fiziki olarak, zihinsel olarak, ufuk olarak bastırılmasıyla aynı şeydir.
Özellikle yakın tarihimizde televizyonlarda, gazetelerde birer yaşam filozofu olarak dolaşan psikiyatristlerin her iki alanda da, hem hastanelerde, hem toplumda işlevlerinin benzerliğini görmek gereklidir. Genelde karşı çıkış noktalarından biri, sözü edilen psikiyatrist tipolojisinin tüm psikiyatristleri ifade etmediği, dolayısıyla meslekten birer sapma olarak görülebilecekleridir. Uzun dönem katıldığım bu görüşün yanlışlığını şimdilerde daha iyi görüyorum. Bu tipolojinin kişilik kazandığı kişilerin en iyi psikiyatristler olduğunu, sorunu ahlaki, ya da kişilik sorunları gibi tartışmanın ise yukarıdaki ‘sapma’dan daha kör bir sapma olduğunu söyleyebilirim. Sorun biraz da şurada: ruh sağlığı ve onunla ilgili projeler psikiyatristlerin tutuculuğuna terk edilemeyecek denli ciddi bir iştir. Mesleğin uzmanları her uzmanlık alanında ve çoğu kez sorunları teknik olarak tanımlarlar ve orada güdükleştirirler, sorunu geçersizleştirirler ve genel geçer uygulamaların bekasını bir de böyle beslerler. Yakın zamanlarda moda olan etik tartışmalarının hacmi ile pratiğe yansımalarını karşılaştırmak bile bu konuda öğretici olacaktır.
Bu arada, okuyucuya uyarıdır: bir psikiyatristin kaleminden çıkan bu satırlar da bu ‘hastalık patojenlerinden’ arınmış olmasa gerektir.
“Bütün için parça feda edilebilir…”
Akıl hastaları ve maruz kaldıkları işlemler yaşadıkları kültürün ruhunu ele verir. Eski çağlarda kötü ruh uçup gitsin diye kafatasları delinirdi. Bildiğimiz başka şeyler de var. Şamanlar, şaman payesiyle donatılmadan önce büyük bunalımlar yaşıyorlardı. Ruhsal çökkünlükle, bir deri bir kemik belki yıllarca yalnızlıkta süren bu deneyim sonunda topluluklarının arasına döndüklerinde, topluluğu onun bir ağacın en yüksek dalında, bir yaprakta bu zamanı geçirdiğine, bilgeleştiğine, artık görünmezi gördüğüne, duyulmazı duyduğuna inanıyordu. Bu bunalım asla bir hastalık olarak değil, diğerlerine göre ruhu bilenmiş, güçlenmiş bir kişinin deneyimi olarak kabul edilmekteydi. Ortaçağ sofuluğu, ilk hristiyanların da ses alıp ses verdiğini hızla unuttu. Akıl hastalarını şeytanla işbirliği yapmakla suçladı, yaktı ya da karanlıklara attı. Daha yakın zamana gelelim. Serbest piyasacı çağların akıl hastalarına tutumunu en iyi özetleyen deneyimlerden biri psikocerrahinin serüvenidir. 1930’larda Portekizli Moniz psikocerrahinin, beyin loblarını kesip biçerek akıl hastalıklarını sağaltma girişiminin ilk uygulayıcısı oldu. Uygulama yayıldı. Moniz, Nobel’le ödüllendirildi. Tepkiler gecikmedi. Uygulayıcıları ‘parsiyel ötonazi’ yapmakla, insanların ruhlarını öldürmekle, akıl hastalarından robotlar yaratmakla suçlandılar. Savunmalarda ise dönemin ruhu yaşamaktaydı. BMJ(British Medical Journal)’ın 1951’deki sayılarından birinde editöryal yazıdaki ‘bilimsel’ savunmanın özeti şu idi: insanın ruhu nasıl ki ölümle ölmüyorsa, lobotomi ile de ölmez! Bu tartışmaya, Batı ahlakının büyük sözcüsü el koydu. Papa XII. Pius, uygulamaya olur verdi ve gerekçesini şu düsturla temellendirdi: ‘Bütün için parça feda edilebilir…’ Bu düstur, topluma genellenirse, çıkan sonuç ise ürkütücüdür: akıl hastaları, toplumun feda edilen bir parçası haline gelir. Geldi. Bu süreçte insanlığa nasıl bir körebe oyunu oynatıldığının en somut kanıtı ise şu tarihi gerçekti: BMJ’de psikocerrahiyi savunan editoryal yazının yayınlandığı yılda, 1951’de, psikiyatrinin kötüye kullanımından söz eden hemen herkesin günah keçisi konumuna sokulmuş Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde bu uygulama ‘insanlık dışı’ bulunup yasaklanmıştı.
12 Eylül ve Türkiye’de psikiyatrinin “sözde-devrimi”
Bizde ise, her ne kadar şimdilerde karanlık yıllar olarak öyle ya da böyle damgalansa da 60’lar, 70’ler, bilinir, toplumun özgürlük alanlarının, bazılarının fikrince, toplumca ‘kaldırılamayacak kadar’ genişlediği yıllardır. Tesadüf değil; yine aynı yıllar akıl hastalıklarında sosyal rehabilitasyon fikrinin tohumlarının filizlendiği, süreç içinde de meyvelerini verdiği yıllardır: Faruk Bayülkem ile özdeşleşmiş olan bu uygulamalar neleri kapsıyordu: uğraş tedavileri, gündüz hastanesi, şehrin birçok semtinde ruh sağlığı dispanserleri… Birçok insandan dinlediğimiz öykü, Faruk Bey’in bir vitrin olarak bunu yarattığıdır. Bu gerçek de olsa, bir karalama da olsa, sonuç olarak şu ortadadır: Türkiye’de psikiyatri tarihinde bir rüzgar esmiştir ve ilk örneklerini vermiştir. Bu örneklerin de toplumun çağdaş bir toplum olma arzusuyla ilgisi olsa gerektir.
Bizim kuşağın psikiyatri eğitimine katkısı olan öğreticilerin, ki büyük çoğunluğu hala şef olarak, hoca olarak, şef yardımcısı olarak psikiyatrist yetiştirmeye devam ediyor, hemen tümünün vurgusu ise yakın psikiyatri tarihinde Yıldırım Aktuna üzerindeydi. Faruk Bayülkem ise, kongrelerde ilerlemiş yaşına rağmen gençlere kendi özgün deneyimini aktarmak için çırpınıp duruyordu. Aktuna, Türk psikiyatrisinde bir bellek silici olmuştur. Kendisinden önce açılan dispanserler, gündüz hastaneleri, rehabilitasyon çalışmaları bir bir işlevsizleştirilmiştir. Ruh sağlığı hizmetleri, ‘döner kapı sendromu’ denilebilecek bir hastalığın kollarına itilmiştir. Nöroleptik kullanımının yaygınlaşmasıyla, yüksek doz nöroleptiklerle kısa sürede nörolepsiye sokulan hastalar döner kapının sokağa bakan yüzüne bırakılmışlar, uyandıklarında tekrar içeri alınmışlardır. Hepimiz hatırlarız: 12 Eylül döneminde televizyonda sık sık Bakırköy ile ilgili vitrin haberler yayınlanırdı. Sosyal rehabilitasyon çalışmalarına önemli katkısı olan ve halen yaşayan, ömrünün uzun olmasını dilediğim Adil Üçok, biz Bakırköylülerin Adil amcası bile, bir söyleşimizde Aktuna dönemini büyük ilerleme olarak anlatırken gözleri dolu dolu bu vitrini anlatıyordu aslında: ‘bir akıl hastasının bu hastanede muz yediğini ilk onun döneminde gördüm’ diyordu, kendi mesleki serüveninin katkılarının silinmesini, bir yana bırakarak… İşin özü ise şudur: 12 Eylül ile topluma tespit gömleği giydirilirken, aynı yıllarda akıl hastaları, inanılmaz yüksek dozlarda uygulanan ilaçların karanlığına kapatılmıştı. Söz konusu yıllardaki tedavi tabelalarını bugünle karşılaştırmak yeterlidir. Asıl bu karanlığın bugüne yansımasını görmek için, üniversite klinikleri ile akıl hastanelerinde uygulanan ilaç dozlarının karşılaştırılması yararlı olacaktır.
Neoliberal psikiyatrinin sefaleti
Bu değişimlerin üzerinde durulmaz. Durulamaz. Nedeni kanımca bellidir: neoliberalizmin psikiyatrideki izdüşümü olan neokrapelinyan paradigma, yani organikçilik, yani biyolojizm, dayandığı dünya görüşü nasıl ki yoksulluğun sorumluluğunu bireyin omzuna yıkıyorsa, kendisi de akıl hastalığının sorumluluğunu, buna sorumluluk denirse, yine bireyin kendine bile değil, tek bir organına, beynine yıkıyordu. Ne yapılabilirdi ki; bazıları doğuştan kusurluydu, bazıları nörolojik gelişimleri sırasında ‘arıza’ göstermişlerdi. Sorunun çözümünün toplumla, yoksullukla, sorunun tanımlanma biçimiyle bir ilgisi yoksa, öyleyse en iyi ilacı bulursunuz, biter… Oysa biraz tarih… biraz olsun… Akıl hastanelerinin hemen tümünün kökeninde batıda yoksullarevi, bizim kültürümüzde aşevleri yok mudur!?.. Türünün ilk örneklerinden Londra Betlam Hastanesi, önce yoksullar için bir hayırevi olarak kurulmamış mıdır?.. Sonra akıl hastanesine dönüşmemiş midir? Binaların duvarlarına bile sinmiş olan hakikat, devasa bir literatüre sahip psikiyatrinin gökyüzlerinde niye ışımaz?..
Bir de bunları dediğinizde, refleks tadındaki tepki şudur: sizin bir ideolojinin insanı sıkıştırdığı, indirgediği, ‘parçayı bütüne feda ettiği’ yere itiraz ettiğiniz görülmez ve gösterilmek istenmez ve insanın biyolojik varoluşunu yadsımakla suçlanırsınız. Birincisi şu: biyolojik araştırmalar birçok şey öğretmiştir ve gerçeklikle ilgili başka herhangi bir bilgi kadar önemlidir. Karşı çıkılan, eninde sonunda bir davranış bilimi iddiası da olan bir alanda soruların ya da yanıtların biyolojik determinizme indirgenmesidir. İkincisi şu: gerek biyolojik çalışmaların, daha da önemlisi gerek de betimleyici çalışmaların, epidemiyolojik araştırmaların, sendrom tariflerinin hemen tümü Batı kültürünün bir ürünüdür. Daha da ileri giderek şunu da söyleyebiliriz: ister psikanaliz olsun, ister davranışçı bilişsel kuram, isterse organik… psikiyatri kurumsal ve kuramsal olarak Batı kültürünün bir parçasıdır. Bunun süreç içinde nimetleri olmuştur, külfetleri olmuştur. Kanımca, gelinen noktada nimetler başka kültürlerce devşirilecektir. Akıl hastalığı alanı ile ilgili bilgi ve uygulamada artık yaratıcı olan kültürel özgünlüklere dikkati yoğunlaştırmak ve kollamaktır. Bir örnek vermek gerekirse, sosyal beceri verme- tipik örneği otobüse binince bileti kutuya atma, akıl hastası olmayıp da aynı beceriye yabancılık çekecek önemli bir nüfusu barındıran toplumlarda hemen başka bir anlama da bürünebilir. Hemen tüm rehabilitasyon çalışmaları, ahlaki olarak toplumu rahatlatmayı amaçlayan pragmatizmin ve yöntem olarak hayata değil, soruna odaklanan problem çözmenin boyunduruğu altındadır. Hem pragmatizmin, hem de problem çözme yönteminin aşılması gerekmektedir.
Bu babın sözünü, ne zaman psikiyatri ile ilgili söz söylemek istesem aklıma gelen bir kardeşimden, B.U.’dan öğrendiklerimle bağlayayım: meğer bütün ihtilalleri generaller Cuma günü yapmışlar. İhtilaller ne denli sık olsa da asıl ihtilalin insanın ömründe bir iki kez belki yaşadığı kendi ihtilali olduğunu da yine ondan öğrendim. Hemen bir ömür sürmüş akıl hastalığı serüvenini yazdığı bir şiirde, bağlanarak, ya da akraba zoruyla hastanelere getirilişten, insulin komalardan, EKT’lerden söz ettikten sonra, şöyle bitiriyordu:
“Kendim geldim
İhtilal bu işte !”
Psikiyatride ideolojik bir gömlek olarak tıbbi paradigma
Paradigma kavramı bilim felsefesinin, daha doğrusu bilimsel bilginin gelişimi tartışmasının evrenine altmışlı yıllarda Thomas Samuel Kuhn’ca atıldı. Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı kitabında Kuhn, ‘olağan bilim’, ‘olağandışı bilim’, ‘bunalım’, paradigma gibi kavramlardan oluşan terminolojisini siyasal ihtilaller tarihine bakarak oluşturduğunu belirtmektedir. Her ne kadar kitabının adı ‘Bilimsel Devrimlerin Yapısı’ olsa da, kitaptaki tüm bu terminolojik değişimin, devrim ve onun çevresinde oluşmuş anlamlar silsilesinin yerine konulduğu açıkça görülmektedir. Kuhn’un yapıtının ideolojik doğasının tek göstergesi bu değil: Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda Kuhn, nerede bilim tarihi yapıyor, nerede bilim sosyolojisi, nerede bilim felsefesi icra ediyor, ya da bütün olarak yapıt bunlardan hangisini asıl ekseni olarak dert ediniyor kavrayabilmek mümkün değil. Kuramsal bir çabanın ‘ben şimdi bilim felsefesi yapacağım’ savıyla başlamayacağını, hatta yan bilgi alanlarına açılımın zenginleştirici, derinleştirici katkılarının olabileceğini elbette kabul edebiliriz. Bir şartla, alanları birbirinin yerine koymadan, disiplinlerin çerçevesini genişletme iddiasıyla yola çıkarken sınırları belirsizleştirmeden, flulaştırmadan. Kuhn’un yapıtının bir özelliği de bu söylem bulanıklığıdır ve eninde sonunda bilimler alanında bir üst-dil (de) olan felsefede bu bulanıklığın bize gösterdiği önemli bir tehlike vardır: ‘Burada ideoloji var !..’
Peki, hangi ideoloji?..
Paradigma kavramı ve onun etrafında kopan gürültü son otuz yılda genel geçer söylemin iyice bir parçası oldu. Kuhn yapıtını 1962 yılında yayınladı ve 1969’da ikinci baskısı yapılmadan önce tekrar gözden geçirdi. Bu gözden geçirmenin aynı zamanda paradigmalar kuramının ıslahını içeren bir ek’le sonuçlandığı ve 1969’da kitabın bu ‘ıslah edici’ ekle birlikte çıktığını biliyoruz. Kavram bugünlerde neredeyse konuşma diline girdi, ya da girmek üzere. Bu denli kabul görmüş ya da hazır topraklara doğmuş bir kavramın ve ait olduğu terminolojinin vaaz ettiği ideolojinin ne’liğini araştırmadan önce doğduğu bilimsel ortamın çerçevesini kavramaya çalışalım.
Aslında, Amerikan üniversitelerinde geçerli olan bilim anlayışına kabaca bir bakış bile Kuhn’cu bilim yorumunun niye bu denli kabul gördüğünü anlamak için yeterlidir. Bu bilim anlayışını ayrıntısıyla tartışmak bu konuşmanın kapsamında gereksiz. Yalnızca köşe taşlarıyla söylemek gerekirse, bu üniversitelerde üretilen bilimsel felsefenin özünü yöntem olarak ‘problem çözme’, ahlakını ‘pragmatizm’ oluşturur. Pragmatizm, anglosakson etik kuramı geleneğinin gövdesini oluşturan yararcılık-utilitarizm’in kaba bir yorumu, daha doğrusu nihai ulaştığı noktadır ve ne zaman pragmatizmi savunan birini dinlesem aklıma Wells’in Gizli Rapor adlı filmi gelir: Orson Wells’in filminde bir maskeli balo vardır fakat maskeler aristokrat salonlarında düzenlenen balolardaki incelikten yoksun, garip, kaba maskelerdir. Bu garip, kaba maske, pragmatizm, tüm toplumu, küreselleşme ile birlikte giderek tüm dünyanın türdeş olduğunu, bu kaba çizgilerinin anlamsızlığıyla birlikte vaazeder. Problem çözme ve onun ahlaki boyutu olan pragmatizm Kuhn’un yapıtının da gizli ya da açık önerdiği şeylerdir. Kuhn’cu söylem asıl gücünü de buradan alır, ideolojik bir vaaz olmasından: küreselleşmeyi olumlayıcı tutumundan.1
Ben bu kuramsal tartışmayı, bu konuşmanın kapsamı açısından fazla uzatmadan son olarak şunu söylemek istiyorum: Türkiye’de bilimi, bilim topluluğunu konuşmanın, tartışmanın tek yolu Kuhn’cu paradigma değildir ve bu saplantıdan kurtulma gereklidir
Türkiye’de hakim paradigma: tıbbileştirme ve sonuçları
‘Delilik bir hastalıktır; zatürre gibi, sarılık gibi, apandisit gibi…’ bu özlü söz, Türkiye’de psikiyatristlik yapan birçok insanın zihninde atasözlerinden daha fazla ve etkin bir işlev görür ve sahibi ülkemizde modern psikiyatrinin kurucusu Prof. Dr. Mazhar Osman Uzman’dır. Daha ileride de göreceğiz, Türkiye psikiyatrisi hakkında şimdiden söyleyebileceğim iki tez:
Birincisi; Türkiye’de modern psikiyatri ilk kurumsallaşmaya başlamasından bugüne kadar temel bir eğilimi hep korumuştur ve hiçbir zaman bu eğilimi tartışma konusu yapmamıştır: tıbbileştirme.
İkincisi daha genel bir tez; Türkiye’de psikiyatri, belki de ilk tezdeki sorunun-tıbbileştirmenin bir sonucu olarak kendini, kendi bilgi üretme, bilgiyi yayma ve kurumlaştırma tarzlarını köklü bir tartışmaya, eleştiriye tabi tutmaya yanaşmamıştır. Böylece, bilimin temel dinamiklerinden eleştiri ortadan kalkınca, temel tutumlar ve özellikler 1927’de ne ise o olarak kalmıştır.
Bu iki tez ekseninde bilginin ve uygulamasının aşırı tıbbileştirmeye maruz bırakılması, uygulayıcılarında aşırı uzmanlaşmaya yönelmeleri (klinisyenlerin öncelik tanıdıkları tedavi modellerine göre değil de kendi meslek gruplarında ‘disosiyatifçi’, ‘duygudurumcu’, ‘obsesifçi’, ‘panikçi’… diye anılmalarını bir düşünelim!)nin sonuç olarak başta hekimlikte çok ciddi tahribatlar yaptığı, hem ahlaki sorunlara, hem eğitimde çarpıklıklara uygun topraklar oluşturduğunu düşünüyorum.
Dr. Faruk Bayülkem’in kanımca en büyük katkılarından biri ‘Bakırköy’ün 40. Yılı’ ve ‘Bakırköy’ün 50.Yılı’ adlarıyla başhekimlik döneminde bastırdığı kitaplardır. Burada ortaya konulan tezlerin birçoğu, modern psikiyatrinin ilk hocalarının, ilk tanıklarının bu kitaplarda toplanmış yazılarından ve yedi yıldır psikiyatri camiasının bir üyesi olan bu satırların yazarının kişisel gözlemlerinden çıkartılmıştır.
Tıbbileştirme eğilimine ek olarak şunlar söylenebilir:
i. Psikiyatride, eleştiriye tabi tutulamaz yetkeler ve roller vardır. Bu rollerin en başında da ‘tamgüçlü hoca ya da şef’ prototipi vardır.
ii. Türkiye’de psikiyatri, uygulayıcıları için zaman zaman bir dünya görüşü halini almakta ya da bir dünya görüşünün olumlanması için araç olarak kullanılmaktadır. Althusser’den ödünç bir kavramla söylersek, psikiyatri, ülkemizde, değerden düşürülmesi istenilen grup, kişi ya da görüşlerin değersizleştirilmesi için her daim ‘hazır tüfek’ bekleyen ideolojik bir aygıttır.
iii. Ülkemizde sırf psikiyatriye özgü olmadığı kesinlikle söylenebilecek başka bir özellik de, bilim-öncesi bilgi tartışmasının bir karakteri olan kişiselleştirmedir. Bunun iki yanı var: Birincisi; kurumların başında olanların kendi kişilikleriyle kurumu özdeşleştirme gayretleri ve ne yazık ki bunu başarabilmeleri, ikincisi; aykırı bir tezin, söylemin kişiselleştirilerek, eleştirilmeden etkisizleştirilmesi.
iv. ‘Sağlık Müdürü’nün… ricaları üzerine hastalarımızı kamyonlara bindirerek ilk def’a akıl hastalarını hastahane dışında çalıştırıyorduk.’ Bu alıntıda sözü edilen yıllar 1950’lerin sonları. Türkiye’de psikiyatrinin bir özelliği de ‘hasta istismarı’dır. Elbette günümüzde, yukarıdaki gibi kaba bir şekilde, ücretsiz emek gücü olarak çalıştırarak bu istismar gerçekleşmiyor, daha ince bir şekilde; araştırmalarda, kliniklerde sürüyor…
v. Ülkemizde bilimsellik ölçütlerine bakıldığında da temel kabullerin öteden beri değişmediği gözlenmektedir. ‘Nazım Şakir seçilemedi. Mazhar hocanın talebesi olduğundan Mazhar Osman buna itiraz etti, iş gazetelere düştü…’ Bunları aktarıyor Dr. İzzettin Şadan, başka ‘gazetelere düşme’ öyküleri ile birlikte. Ülkemizde bilimselliğin önemli iki ölçütü, medyada sık görünmek ve biat- birinin adamı olmaktır.
vi. Bir başka bilimsel geçerlilik ölçütü ya yabancı olmak, ya da özellikle Amerika’da bir süre kalmış olmaktır. Ülkemizde yurttaş bilimciye kesin bir güvensizlik vardır.
vii. Son olarak, bilimsel gelişmenin önünde kesin bir engel olan bir bilimsel geçerlilik ölçütü: Modadır. Araştırmanızı moda olmuş alanlarda yapmanız her zaman en geçerli bilimsellik ve bilim camiasında olumlanmanın en kolay yoludur.
Toplumun gereksinimlerinin karşısında psikiyatri
Kanımca tıbbileştirme eğilimi ve anlayışı yalnız Türkiye’de değil, bütün olarak psikiyatride mantığının sınırlarına ulaşmıştır. Halen bilgi üretiminde ve uygulamasında bu sınırların yarattığı ahlaki, aşırı uzmanlaşmacı ve insan karşıtı olabilen sorunlarla uğraşıyoruz. Yazık ki, sorunu tartışmak yetmiyor, doğru öncüllerle ve tarzda tartışmak gerekiyor. Söz konusu ahlaki sorunlar artık kaçınılmaz olarak gündeme geldiğinde yapılan şu oldu: kongrelerde, sempozyumlarda etik panelleri düzenlendi ve bu tartışmalar sorunların üzerine bir şal gibi örtüldü. Şimdilerde varılan nokta: önümüzdeki yıllar içinde yetişecek kuşağa ahlaksızlığın imkansızlaştığı bir kurumlaşma ve bilgi üretimi, uygulaması modelini tartışmak, yaratmak yerine tartışmayı bir hukuk problemi haline getirmek oldu.
Depremle birlikte ise psikiyatrinin kurumlaşma biçiminin yanlışlığı ve bilgi üretimini motive eden niteliklerin bu toplumda yaşayan insanların sorunlarıyla pek de ilgili olmadığı gerçeği su yüzüne çıktı. Yaşanılan şuydu: psikiyatrinin aşırı tıbbileştirilmiş diline ve çözüm önerilerine göre, tüm eksikliklerine rağmen psikologların psikolojize olmuş dilleri ve önerileri bölgedeki insani acıyı anlamada daha başarılı oldu. Böylece paradigma tartışmaları da başladı.
Türkiye’de yeni bir psikiyatri modeli tartışılmalı. Bu tartışmanın dinamikleri ise Türkiye’deki insanların somut sorunları olmalıdır. Daha kesin söylemek gerekirse, mesela antropolojinin veya 17 Ağustos sonrasında İzmit’te fabrikalara girmekten korkan işçilerin tedavi edilmesiyle ilgili Türkiye Psikiyatri Derneği’ne gelen talep anımsanırsa siyasal iktisadın vargılarından haberli bir bakışla deprem, ya da sosyolojinin vargılarından haberli bir bakışla Batman’daki intiharlardır yeni bir psikiyatrinin öncülleri. Bir de yukarda soyutlamaya çalıştığım psikiyatrinin temel özelliklerinin değişebilirlikleri artık psikiyatri camiasının gündemine gelmeli, getirilmelidir.
İhtiyacımız olan, zahmetli çalışmaları göze almak, yöntemli eleştiriyi ülkemiz bilim ortamına bıkmadan sokmaya çalışmak, genel geçer başarılardan-ister kariyer şeklinde, isterse ün olarak gelsin, uzak durmaktır. Tüm bunların hamuru bir bilimci geleneğinin bu topraklarda kök salabileceğini göstermiş olan, Cahit Arf, Mustafa İnan, daha sonrasından Oktay Sinanoğlu örneklerinde olduğu gibi, yurt ve yurttaş sevgisidir.
1 ‘Kuhn’un ‘olağan bilim’ ve ‘olağandışı’ bilim terimlerinin… Bütünüyle ideolojik olduğunu düşünüyorum.’
Karl Popper,
Olağan bilim ve tehlikeleri
‘Anladığım kadarıyla bu ideoloji yalnızca, uzmanlaşmacılığın (specialism) en dar görüşlü ve en kibirli türüne teselli sağlıyordu. Bilginin gelişimini engelleme eğilimini taşıyordu. Ve anti-hümaniteryen eğilimleri artıracağı muhakkaktı.’

Paul Feyarebend
Uzmanlaşma yanlısı için teselliler
alıntıdır elestirelpsikoloji.org

0 yorum :

Lütfen Yorumunuzun anlaşılır ve imla kurallarına uygun olmasına dikkat ediniz.

-