Lise yıllarımda, İstanbul’da ne güzel esnaf lokantaları olurdu, pek küçüktüler, müthiş lezzetli, garsonları garson doğar ve garson ölürlerdi, “abime pilav üstü kuru” bağırırlardı, ama ben en çok “beye bir baş ver” siparişine gülerdim ve “baş hazır, al başını” ocaktan gelen cevaptır. Şimdi hem yanıyorum ve hem seviniyorum, yangınım Cumhuriyete ve sevincim kendimizedir, hep duyuyoruz; “bana bir tanık bul, az tacizci olsun” ve masamızda cevabı var, “tacizci hazır, üç tacizi var”, getiriyorlar. Önce parça parça ediyoruz ve sonra yiyoruz. Son işimiz, Cumhuriyeti utandırarak tanıkları yemektir ve bunu çöküşten düşüşeyaklaştıkları haberi olarak alıyorum. Sevincimiz buradan geliyor.
Daha çocukluğumdan karpuzcuları hatırlıyorum, “karpuz, karpuuz, seç seç al, bıçak üstüne”, tanıkların içlerinde nurlusu aylısı var, bize kesilmiş veriyorlar, damdayız ve ne yazık, sadece masa üstüne yatırabiliyoruz. Böylece soyut yiyebiliyoruz, bulduğumuz budur.
Gizli kindar
Bir tanık verdiler, "gizli tanık" dediler, Marksist-Leninist Parti'denmiş, inanacak olursak, içlerinde 30 yıl kalmış, ama dilini de bilmiyordu, "emek verdim" işareti budur. Bir polis çırağına benziyordu, otuz yıl içinde kalmış, "eylem yapmış," ama dilini bozmuşlar, yüzünü çizmişler ve şimdi sadece kin kusuyordu. Fakat ben, bu kin ile, kin içinde ve kendi içinde, otuz yıl nasıl yaşamış buna şaşıyordum. Gizli tanık demek zor; yalnız "gizli kindar" çok uygundur ve bir model kuruyorum.
Ve bu akepe'ye geliyorum, artık ayan-beyan ortada, Tanzimat'tan bu yana bütün tarihimize, bütün kahramanlarımıza, bütün aydınlarımıza sadece nefret duymuşlar ve bunu nasıl gizlemişler, müthiş merak ediyorum. Nasıl insanlar, müthiş insanlar, "eşi menendi yok" diyoruz ve bir fenomen, üzerinde çalışma gereği duyuyorum.
Bir kez "ancien regime" dedim, Kemalist Cumhuriyete "ancien", eski dilimizde "sabık" ve "köhne" karşılıkları var, köhne bakıyorlar ve kendilerininkine "Yeni Türkiye" demeye başladılar. Şimdi ne yaparlarsa yeni'dir ve sadece böbürleniyorlar; en son Yeni Damları'nı görücüye çıkardılar. Anlaşıldı, "Özel Yetkili Mapusane" kurmuşlar ve meddahlarına açtılar ve ben "sizin olsun" diyorum. "Yeni Hapishaneler" sizlere layıktır.
İnsansızdırlar, Tanrı'larından sadece kin öğrenenlere uygundurlar, insanlara ve insanlığa aykırı damları yaptılar.
İnsanlıkları bu kadardır.
Taşlaşmışların zulümhanesi
Bunlarınki hapishane değil, zulümhanedir; insansızlaştırılmış her yeri zulümhane tabir ediyoruz.
Bunların bir tek kuruluş ve işletme hedefi var, insanı insandan soyutlamaktır ve bu nedenle taşı ve çimentoyu bol kullanıyorlar.
Meddahları ve maaşlarıyla taşlaşmışlar, taşlar taşları görünce bayılıyorlar ve övmekle bitiremiyorlar.
Modernmiş, bizimkilerde aptesane kokardı, pek nemlidirler, durduk yerde ıslanırdı, ayağımıza, bacaklarımıza içlik çekmeden yapamazdık, linyit yakardık ve dumanında yaşardık, kömür kokardık, kırık camlardan giren kar serpintilerini yorgan bilirdik, ancak kapı altından buraya geldiğimizde, "evimiz" sayardık, sıcaklığını duyardık.
Ve bütün bunlar bizimdir, alın meddahlarınızı, sizin olsun, alın zulümhanelerinizi, verin bize köhne damlarımızı; b.k kokusu tercihimizdir. Tekrarlıyorum.
* * *
Şimdi "mahkum kabul" lafını bulmuşlar, herhalde hastanelerin "hasta kabul" tabirinden almışlar; demek, girerken hasta sayıyorlar.
Eskiden "kapı altı" diyorduk, ilk girdiğimiz yerdir ve kayıtlar yapılırdı.
Görüş için yan yana camlar vardı ve yer genişçe idi ve başta burada "hoş geldin" dayağıçekilirdi, sırtta odun kırmak esastır.
Ben de yetiştim, görüş yerine aldılar, dayakçılar daldılar, sopaları var, aç kurt hırsındalar, anladım, ama adını sonradan öğrendim,
İlyas Öztürk Astsubay beni bilirmiş, beni severmiş, dayakçıları durdurdular.
Bu tecrübem eksiktir.
Damlarda insan olmak
Kapı altı bizim için çok tehlikelidir ve çok korkarız.
Koğuşa geldiğimizde içimizi bir sıcaklık kaplar, gerçekten evimize geldiğimizi düşünürüz.
Köhne damlarda koğuşlarımızı hep süsleriz.
Süslersek insanlığımızı ve yaşadığımızı anlarız, insan mı, süslenen yaratıktır.
Ben insanım.
Ben insan olduğuma en çok Ürgüp'te, yerin yedi kat altına indiğimde şaşırmış ve sevinmiştim, inişi çok zordur ve korkarsınız, ama herkese tavsiye ediyorum.
İlk Hıristiyanlar hayatta kalmak için yerin yedi kat dibini kazmışlar; buna şaşmıyorum.
Ama her katta süs var.
İnsana hayranlık duyuyorum, insan doğduğuma seviniyorum.
Damlarda insan olmak var.
* * *
Eylemler olur, gelirler, alırlar ve bizleri hallaç pamuğu misli atarlar, çoktur, bir defasında pek alçak bir yere tıktılar, pencere metruk bir yere, bir pisliğe açılıyordu.
Koğuştan birisi "hoş" idi, pislik fare bahçesidir, fareleri ekmekle pencereye çağırıyordu, seviyordu; fare-severmiş, ben sevmem ve fareleri sevenleri "biraz" fare sayıyorum. Devamı var, koğuş akıyordu, üzerimize tık tık düşüyordu, yorgan yerine leğen ve kova kullanıyordum, bulabiliyordum.
Üst kattan geliyordu, tuvalet üst katın tuvaletinin tam altındaydı, normaldir.
Olur ya, üst kattaki ile aynı zamanda, senkronize, tuvalete girecek oluyorduk, o zaman altımızdan çıkan kadar başımıza düşüyordu, başka çaremiz yoktu.
Bu duruma iktisat bilimindeki ilerlemeler üzere "win-win" diyoruz ve ben orada kendimi şimdikinden daha insani duyuyordum.
Şimdi bu "Yeni Türkiye" damlarında durdukça kirlendiğimi biliyorum ve "verin-alın" diyorum.
Duvarlardaki suretler
Duvarlar budur.
İnsanlar duvarlarında Tanrı'yı ararlar ve bulurlar, inanmayanlar kadını ararlar ve sararlar.
Tanrı da, kadın da ısıtıcıdırlar ve biri diğerini aratmamaktadır.
Tanrı da kadın da damlardadırlar.
Buluyoruz.
* * *
En çok çiçek ve en çok yeşil isteriz.
Düşmandırlar.
"Yeni Türkiye" çiçeğe ve yeşile düşmandır.
Beton bahçeyi sulamak
Acımasız alay ediyorlar, "bahçe" diyorlar.
Bir damla yeşili olmayan, dört yüksek ve beton ve beyaz duvarla çevrili yere, sadece Yeni Türkiye'de "bahçe" denmektedir.
Açılış ve kapanış saatleri vardır. Sonlarına yaklaşıyoruz.
Ben çok erken yatarım ve çok erken kalkarım, ancak "bir yumurtayla..." yapamam, çiğ yumurta yasaktır.
Yemek ve oturma yerimi yıkarım, temizlerim, spor da oluyor.
Fatih Hilmioğlu Hocam, İnönü Üniversitesi'nin pek çok başarılı ve pek çok Atatürkçü Rektörü, bir tutkusu var, her gün "bahçeyi sulamaktadır."
Eski adı havalandırma idi ve ben hâlâ havalandırma diyorum ve Hocam, her gün, bir iğne deliği kadar yeşili olmayan yeri "bahçe" sanmakta ve yıkamaktadır.
Su toz-savar'dır, ama "bahçe" demektedir.
Doğru, bu Yeni Türkiye'de biz hepimiz tuhafız.
Pek doğru, "biz hepimiz tuhafız." ifşa ediyorum.
Zulalara operasyon
Sık sık "operasyon yeriz", gelirler, bazen prangalar vururlar, duvara döneriz, her yerimizi ararlar, maksat "zula patlatmaktır," saklı olanı bulmaya çalışırlar.
Zulada sevgili mektupları dışında en değerli olan demir, metal parçalarıdır, öldürücü şiş yapılır, biz "rezistans" imal ederiz.
Lambadan elektrikle çekeriz, bağlarız, su teknemize atarız, çıkan buhardır ve buhar hayatımızdır.
Yemek yaparız, yıkarız, yıkanırız.
Her atıldığımız yerde zulamızı ararız; ustalarımız var, idamlık bir Cihan bilirim, sanki doktor, günlerce duvara tık tık vururdu, zulalarımızı bulurdu.
İşte hayatımız budur.
* * *
Ben neden iyimserim, ben neden güvenliyim, çünkü damda yettim.
Orada insan çok çok güçlüdür ve çok çok icatçıdır.
Ben, bir mahalle çocuğuyum ve iki, damların çocuğuyum.
Buluruz ve yeneriz.
* * *
Köhne damlarda havalandırmalarımız çok genişti ve belki eski film veya hapishane dizilerinden biliyoruz, en önemli işimiz volta atmaktır.
Bu sözcük, "volta", İtalyanca'dan geliyor, bütün dillerde var, Oxford Dictionary of English Etymology, "a kind of dance" diyor ve aslında bir dans olarak yapılması gerekmektedir.
Dönüşler çok önemlidir, sertçe, ayaklar üzerinde bir yükselmek gerek, çiftler birbirine bakacaklar, bir flamingo dansı düşünülebilir, sevgi icap etmektedir.
Sert sevgi, damcı aşkıdır.
Eski damlarda havalandırma çok önemlidir.
Volta kesilme ve volta kesenlerin şişlendiği pek çok söylenmektedir.
Ben görmedim.
Ancak elleri arkada, popolarında, bizim köylü-solcularımızın halidir ve voltayı da rezil ettiler.
* * *
Köhne mapuslarda hapishane ağaları ve ünlülerle volta atmak çok önemlidir.
Bunu yapanlar kıdem alırlar, ben istemezdim, çünkü bir paradoks, sadece havalandırmada tek başıma volta atarken "insansız" kalıyordum.
Ama hiç bırakmadılar.
Eski damda açlık grevi
Çok başarılı bir açlık grevi yapmıştık, idare, orada da beni "Bir Numara" sayıyordu.
Voltadayım, yalnızım, birisinin gelmesinden korkuyorum, Halkın Kurtuluşu'ndan Elvan'ı severdim, biliyor ve geldi, başladı.
Açlık grevinden önce hapishane ikiye ayrılmış, büyük çoğunluk "pasifist-pasifist" demişler,bizi, Türkiye İşçi Partililer'i öyle sayarlardı, greve "katılmaz" demişler ve Elvan "katılır" görüşünü savunmuş, kazanmıştır.
Anlatmak istiyor, ben istemiyorum; benim istediğim sadece bir damla insansız kalmaktır.
Erkeklerden boğuluyorum.
Marx, Engels, Lenin diyor ki
Ama kararlı, anlatacak, anlatıyor, bitmiyor, çıldıracağım, ama sevdiğim bir çocuktur.
Efendim, Marx şu şu çalışmalarında şunları söylemiş ve buradan Yalçın Küçük'ün açlık grevine katılacağı çıkıyormuş ve Engels'in de aynı yöne işaretleri varmış.
Lenin ise Yalçın Küçük'ün açlık grevine katılacağı konusunda çok daha net ve açıklayıcıdır.
Anlatıyor, benden aferin bekliyor, ben ise boğuluyorum, sonunda ağzımı açtım.
Bak Elvan, Marx beni tanımaz, Engels benden büyüktür, Lenin'e yetişemedim, bu söylediklerin bilimsel açıdan doğru değildir.
Doğru olan, yaptığınızın bir serserilik olduğudur ve ben de bir serseriyim ve sizlere katıldım.
Hepsi budur.
Üzüldü, gitti.
Ben insansızlaştım.
Açlık grevinin gerekliliğine hiç inanmadım ve inanmam.
Ama gençliği hiçbir zaman yalnız bırakmadım.
Sonunda bu açlık grevinde "öldüm," dünya radyoları öldüğümü duyurmuşlar, zincire bağlayıp Haydarpaşa'ya götürmüşler, doktorlar "x" yazmışlar, sonra bir kenara atmışlar.
Bir ara uyandığımı hatırlıyorum.
Çok bağırdım, "bana serum, bana serum..."
Sonra mı, işte hayattayım.
Serumu çok severim, insanların yaşama dönmek için çıldırdıkları zamanlar var.
Bir hayat biçimi
Voltaya mecburuz.
Çünkü koğuşlarda yerimiz yoktur.
Benim bir damımda ranzadan başka alandan mahrumdum.
Yer altındaydım, bana bir ranza düşüyordu, çalışıyor, yatıyordum.
Misafirlerimi ranzada karşılıyor ve derslerimi ranzada veriyordum.
Bir hayat biçimidir.
* * *
Devrim bu sözü hatırlıyor.
Yeni Türkiye'ye geldiğimde "baba bir hayat biçimidir" demiştin dedi ve beni rahatlattı.
Mühendis, binalar yeni ve sağlam, ekledi.
Güzel, this is my life; galiba sevmeye başlıyorum. C'est ma vie.
Malta'da dünya
Malta, ad, eskiden mapushanelerde, koridorlara "malta" diyorduk, iki türlü malta var, küçük malta, bir sıra koğuşların önündedir ve büyük maltalarda iki yanda koğuşlar bulunmaktadır.
Pek çok damda akşam yemeğinden sonra büyük maltada volta atılabilmekteydi, bir saat sürüyordu.
Kışın kömür dumanı olsa da çok güzeldir, insanlar insanları görmektedir.
Kışın voltayı daha uzun atarız.
Voltada döne döne, birbirimize dünyayı anlatırız.
* * *
Ulucanlar'da farklı zamanlar her iki koğuşta da, "dört" ve "beş" no'lu koğuşlar, yattım; beş, yirmi kişilikti ama o dönemde Kürt topluyorduk, doksan beşi bulduk, bizlere ranza verilirdi, ben Murat'la, şimdi bdp milletvekili Murat Bozlak'la yan yana yatıyordum.
Ama ne yatmak, bizler hariç, vardiya usulü uyku vardı, ama sabaha kadar volta atılıyordu.
Tabii, lambalar açıktı ve yine tabii, mışıl mışıl uyuyordum.
Çünkü Marx, Engels ve Lenin'in bu yönde de işaretleri vardı.
Sağlığa mecburum.
Damlar tanık bekler
Başa dönüyorum. Bizim son zamanlarda tanık yediğimizi duymuşlar ve Fehmi Koru, Avrupalar'a kaçmış, bekliyorduk.
Önemlidir; bu Ergenekon Plot'unu İstanbul Emniyeti'ne atan Tuncay Güney idi, Mart 2006 ve mossad bağı çok güçlüdür.
Bu plot'u, matbuat ve televizyona atan ise Ko-ru'dur, birbirinin devamı sayıyoruz.
Kaçmakta hakkı var. Biz yeriz.
Ama yine de gelebilir.
Havalar iyidir.
Yalnız bana sorarsa, bizim dam'lar tercih edilebilir.
Ben seviyorum ve tavsiye ediyorum.
Bizim dam Koru'ya uygundur.
* * *
Peki "Yeni Türkiye" mi, yeni olanı güzel değil ve güzel olanı yeni değil.
Eşyanın tabiatına aykırıdır.
Bitti, diyorum.
***
Ahmet Arif
UY HAVAR
Yangınlar,
Kahpe fakları,
Korku çığları
Ve irin selleri, aç yırtıcılar,
Suyu zehir bıçaklar ortasındasın.
Bir cana, bir başa kalmışsın vay vay!
Pusatsız, duldasız, üryan
Bir cana bir de başa
Seher vakti leylim-leylim
Cellat nişangahlar aynasındasın.
Oy sevmişem ben seni...
Üsküdardan bu yan lo kimin yurdu!
He canım...
Çiçekdağı kıtlık, kıran,
Gül açmaz, çağla dökmez.
Vurur alnım şakına
Vurur çakmaktaşı kayalarıyla
Küfrünü, Medetsiz, Munzur.
Şahmurat Suyu kan akar
Ve ben şairim.
Namus işçisiyim yani
Yürek işçisi.
Korkusuz, pazarlıksız, kül elenmemiş,
Ne salkım bir bakış
Resmin çekeyim,
Ne kınsız bir rüzgar
Mısra dökeyim.
Oy sevmişem ben seni...
Ve sen daha demincek,
Yıllar da geçse demincek,
Bıçkılanmış dal gibi ayrı düştüğüm,
Ömrümün sebebi, ustam, sevgilim,
Yaran derine gitmiş,
Fitil tutmaz, bilirim.
Ama hesap dağlarladır,
Umut, dağlarla.
Düşün, uzay çağında bir ayağımız,
Ham çarık, kıl çorapta olsa da biri
Düşün, olasılık, atom fiziği
Ve bizi biz eden amansız sevda,
Atıp bir kıyıya iki zamanı
Yarının çocukları, gülleri için,
Koymuş postasını,
Görmüş restini.
He canım,
Sen getir üstünü.
Uy havar!
Muhammed, İsa aşkına,
Yattığın ranza aşkına,
Deeey, dağları un eder Ferhadın gürzü!
Benim de boş yanım hançer yalımı
Ve zulamda kan - ter içinde asi,
He desem, koparacak dizginlerini
Yediveren gül kardeşi bir arzu
Oy sevmişem ben seni...

0 yorum :
Lütfen Yorumunuzun anlaşılır ve imla kurallarına uygun olmasına dikkat ediniz.