-

Sadık hidayet'in – Kör baykuşu inceleme

16 Haziran 2012 Cumartesi yazildi.
Sponsorlu Bağlantılar

“kör baykuş`un eylemi, olayları, zaman ve mekân dışında kalır. olayları bölüşenler tipik kimselerdir, daha doğrusu bir tipin değişik kişilerdeki varyasyonlarıdır, bu kişiler mitik bir psikoloji kanunlarına göre birbirlerine dönüşürler. baba, amca, arabacı, mezarcı, ihtiyar hurdacı ve nihayet romanın “kahraman”ı, aslında tek kişidir, esrarengiz genç kız, bayader ile kahramanın karısı kahpe de öyle.
normal zaman düzeninin kalkışı bununla bağlantılıdır; şimdiki zamanla geçmiş zaman; anı, rüya ve hayal olarak birbiriyle kaynaşmıştır. sebeple sonuç arasında bir nedensellik yoktur, onları birbirine masallardaki mantık bağlar. ama buna rağmen olay, şüphe yok ki gerçek bir hayatı saptar. korkular, özlemler, ümit, ümitsizlik, bu olay içine, öteden beri insan kaderinde olduğu gibidir.”      
bozorg alevi
“hayat hikayemde önemli bir şey yok. başımdan ilginç olaylar geçmedi. ne yüksek mevki sahibiyim, ne de sağlam bir diplomam var. okulda hiçbir zaman örnek bir öğrenci olamadım; başarısızlıklar her yerde buldu beni. nerede çalışırsam çalışayım silik, unutulmuş bir memurdum; şefleri memnun edemedim. istifa ettim mi seviniyorlardı… bırak gitsin, yaramaz! çevrem böyle görüyordu beni; haklıydılar belki de”

yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.
kimseye anlatılamaz bu dertler, çünkü herkes bunlara nadir ve acayip şeyler gözüyle bakar biri çıkar da bunları söyler ya da yazarsa, insanlar, yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem de alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. çünkü henüz çaresi de, devası da yok bu dertlerin. tek ilâç şarap yardımıyla unutmaktır; afyonun ve uyuşturucu maddelerin sağladığı sahte uykudur. ama ne yazık ki bu tür devaların da etkileri geçicidir, acıyı kesecekleri yerde çok geçmeden daha da şiddetlendirirler.

  • acaba bir gün bu metafizik olguların, ruhtaki bu kendinden geçme halinde ve uykuyla uyanıklık arasında beliren gölgeler yansımasının sırrı anlaşılacak mı?
  • ama ben onlardan bir tanesini anlatmakla yetineceğim, başımdan geçti bu ve beni öyle sarstı ki aslâ unutamam. ömrüm oldukça, ezelden ebede, insan kavrayışının ötesindeki o dünyaya ulaşacağım âna kadar, onun o uğursuz izleri hayatıma hep zehir akıtacak. “zehir” diye yazdım ya, onun damgasını her zaman bağrımda taşıdığını, taşıyacağımı söylemek istiyorum.
    çalışacağım yazmaya, aklımda kalanları, olaylar zincirinden zihnimde kalanları yazmaya. belki genel bir sonuca varırım, hayır, fakat içim rahat eder, inanabilirim kendim. — çünkü benim için hiç önemi yok, inanmış inanmamış başkaları. lâkin tek korkum: yarın ölebilirim kendimi tanıyamadan. hayat tecrübelerimle şu yargıya vardım ki, başkalarıyla benim aramda korkunç bir uçurum var, anladım, elden geldiğince susmam gerek, elden geldiğince düşüncelerimi kendime saklamalıyım. ve şimdi yazmaya karar vermişsem, bunun tek nedeni, kendimi gölgeme tanıtmak isteğidir. duvardan doğru eğilmiş, yazdıklarımı oburca yutmak, yok etmek isteyen gölgeme. işte onun için denemek istiyorum: birbirimizi ola ki daha iyi tanırız. uzun zamandır başkalarıyla bütün bağlarımı koparmışım, kendimi daha iyi tanımak istiyorum.
    ne boş düşünce! — olsun, fakat her hakikatten çok azap veriyor bana. — bana benzeyen, görünüşte bendeki ihtiyaçlara, tutkulara, arzulara sahip bu insanlar niçin kırarlar beni? ancak benimle eğlenmek, bana çatmak için yaratılmış bir avuç gölgeden başka bir şey mi bunlar? ne hissetsem, ne görsem, neye değer versem hepsi, baştan sona bir vehim değil mi, gerçekten hayli farklı bir kuruntu değil mi?
    fakat ben gölgem için yazıyorum, gaz lambasının duvara yansıttığı gölgem için. kendimi ona tanıtmalıyım.
    yoksulluk, miskinlik dolu bu aşağılık dünyada ilk kez bir güneş ışını, hayatımı aydınlattı sanmıştım. ama ne yazık, bu güneş ışını pek de süreksiz bir parıltı oldu, bir meteordu sanki, bana bir kadın, daha çok bir melek kılığında göründü. işıltısında kısa bir an, bir saniyelik bir zaman için hayalın bütün bedbahtlığını gördüm, azamet ve güzelliğini kavradım. sonra da bu parıltı, pek de çabuk, karanlığın uçurumuna gömüldü. hayır, bu süreksiz ışını kendime alıkoyamadım, tutamadım.
    üç aydan beri, hayır, iki ay dört gün var ki onun izini yitirdim, ama büyülü gözlerinin, o gözlerdeki öldürücü parıltının anısı hayatımdan silinmedi; onu nasıl unutabilirim ki, hayatıma öylesine bağlanmış.
    hayır, adını söylemem aslâ. o ince, esîrî, belli belirsiz endamın, iri hayran parlak gözlerin ardında ömrüm azar azar ve acıyla yanadursun, eriyedursun, bu aşağılık dünya ile bir ilişkisi yoktu onun! hayır, yeryüzü nesnelerine bulaştıramam, kirletemem adını.
    o yok olunca ben de bir sürüden farksız insanlardan, ahmaklardan, mutlu kişilerden tamamen el etek çektim, unutmak için şaraba ve afyona verdim kendimi. hayatım odamın dört duvarı içinde geçti ve geçiyor. baştan sona hayatım dört duvar arasında geçti.
    bütün gün işim gücüm kalemdanlar1 yapmak, boyamaktı benim. bütün vaktimi kalemdan ressamlığı, içki ve afyon dolduruyordu. kalemdanlar üzerine resimler çiziyordum. kendimi uyuşturmak ve zamanı öldürmek için bu gülünç işi seçmiştim.
    iyi bir rastlantı, evim şehrin dışındaydı, sessiz sakin bir yer, hayatın gürültüsünden uzak. çevre tamamen terk edilmiş, yıkıntı yerleri. ancak hendeğin öbür tarafında basık, toprak kulübeler görülüyor ve şehir başlıyor. bilmiyorum bu evi hangi mecnun, hangi sivri akıllı yapmış nuh nebi zamanında. gözlerim kapalıyken bile her köşesi gözümün önünde canlanıyor, omuzlarımda ağırlığını hissediyorum. benzerini ancak eski kalemdanların üzerine nakkaşların çizdikleri bir ev.
    bana inanılması için bunları bir bir yazmalıyım, bunları duvardaki gölgeme açıklamalıyım. evet, bana tek sevinç kalmıştı, çok küçük bir gönül hoşluğu. odamın dört duvarı içinde kalemdanlar boyamış, üzerlerine resimler yapmış, bütün vaktimi bu gülünç eğlenceye yatırmıştım. ama o bir çift gözü gördükten, onları gördükten sonra her işin, her hareketin anlamı, değeri silindi gözümden. fakat gariptir, inanılır şey değil, bilmiyorum niçin, yaptığım resimlerin konusu oldum olası hep aynı kaldı. hep bir servi çiziyordum. dibinde ihtiyar, kambur bir adam bağdaş kurmuş oturuyor, bir hind fakirine benziyordu. bir abaya2 sarınmış, başına bir şal bağlamıştı. sol elinin işaret parmağını bir hayret ifadesiyle dudaklarına götürmüştü.3 — karşısında uzun, siyah entarili bir genç kız hafif eğilmiş, ona bir gündüzsefası4 uzatıyordu. ve bir dere akıyordu ikisinin arasından. — ben bu sahneyi daha önce görmüşmüydüm, yoksa rüyamda mı almıştım ilhamı? bilmiyorum, bildiğim: çizdiğimin hep bu meclis, hep bu konu olduğuydu. elim kendiliğinden hep bu resmi çiziyordu ve daha garibi şu ki, alıcıları vardı bu resimlerin. amcamın aracılığıyla ben bu kalemdanları hindistan’a gönderiyordum, o bunları satıyor, bana parasını yolluyordu.

0 yorum :

Lütfen Yorumunuzun anlaşılır ve imla kurallarına uygun olmasına dikkat ediniz.

-