Çoğu yazar ve eleştirmen Yılmaz Güney'in "Duvar" filminde, olayları bir intikam duygusu içinde abarttığını düşünüyorlardı. Kendisi ise "Duvar"ı tek cümle ile şöyle özetliyordu: "Bu filmde anlatılanlar, yaşanmış olayların yeniden harmanlanmasıdır."
"Burası "dördüncü koğuş"tur benim abim
Bak, camları yoktur, kırıktır.
Ne bacası tüter ne de sobası.
Her neyse benim abim.
Ver bir cigara zuladan yanalım
Burası "dördüncü kogus"tur benim abim
ikinci adresimiz.
Bak, camları yoktur, kırıktır.
Ne bacası tüter ne de sobası.
Her neyse benim abim.
Ver bir cigara zuladan yanalım
Burası "dördüncü kogus"tur benim abim
ikinci adresimiz.
Allahımızı sorarsan adı Gardiyan Cafer
Lakabı "Kel Onbaşı"
Peygamberimiz dersen o da ekip bası
Her neyse benim abim
Ver bir cigara zuladan yanalım
Burası "dördüncü kogus"tur benim abim
Kader de ikinci adresimiz."
Lakabı "Kel Onbaşı"
Peygamberimiz dersen o da ekip bası
Her neyse benim abim
Ver bir cigara zuladan yanalım
Burası "dördüncü kogus"tur benim abim
Kader de ikinci adresimiz."
(Duvar filminde Zapata'nın okuduğu şiir)
Nasıl anlatmalı... Nasıl başlamalı ve nasıl yazmalı...
Bazı an'lar var ki sözcükler ağır gelir kâğıda/kaleme... Bazı an'lar var ki o ağır gelen sözcükler şairin dediği gibi kifayetsiz kalır... Bazı an'lar var ki o ağır gelen sözcüklerin anlamları gözyaşı döker sözcükler için... Çocuklar için...
O ağır gelen sözcükler bugünlerde Pozantı cezaevinde "yaşayan" çocuklardan geliyor.
Adlarını bilmediğimiz ya da adlarını bilmek istemediğimiz, yüzlerini görmediğimiz ya da görmek istemediğimiz çocuklar "huzurlu hayatımız"ı ellerine aldıkları "taş"larla huzursuz ettikleri için tıkıştırdığımız huzurlu yuvalarında/duvarların ardından "taciz, tecavüz, dayak, işkence" diye başlayan ve aynı sözcüklerle biten hikâyelerini dinlemeye çağırıyor bizleri.
Lakin her şeyi duymaya meraklı kulaklarımız duvarların ardından gelen seslere sağır kalmak istiyor. Tıpkı daha önce o çocuklar duvarların ardına gönderilirken gözün görmeye, dilin konuşmaya ihanet etmesi gibi kulak da duymaya ihanet etmek istiyor...
Oysa onlar bize görün ve duyun diyor. Sadece görün, diyor.
Görmek, görmek, görmek... Duymak, duymak, duymak... Ve konuşmak... Lal olmamak...
Ve bazı an'lar var "yaşamlar mı filmleri oluşturur, yoksa filmler mi yaşamaları belirler?" diye sorar bizlere.
Yılmaz Güney'in filmleri bu ikisinin birlikte gittiğini gösterir.
Her şey öylesine iç içe, her şey öylesine birbirine kaynaşmıştır ki, bir bakarsınız yaşamlar film, filmler de yaşam olmuş...
İşte Yılmaz Güney'in dünya sinemasına armağan ettiği son filmi "Duvar" da bugünlerde duvarların ardından bizlere seslenen çocukları, çocukların kişiliğinde, çocukların ruh halinde, çocukların yüzleriyle bir cezaevi gerçeğini anlatıyordu.
Film, Ankara Merkez Cezaevi'nde yatmakta olan mahkûmların hikâyesini anlatıyordu. Genel olarak mahkûmlar; kadınlar, erkekler ve çocuklar olmak üzere üç tipten oluşmaktaydı. Bir de bunlara ilave olarak siyasi tutuklular vardı. Fakat onların diğer mahkûmların arasına karışması yasaktı.
Hapishane oldukça kalabalıktır. Mahkûmlar sürekli baskı ve işkence altındadır. Bu baskı ve işkencelerden en çok nasibini alanlar ise çocuk mahkûmlardır.
Film de daha çok 4. koğuştaki çocukları anlatır. 4. koğuşun camları kırıktır ve sobası da yoktur. Kalabalık olduğu için bir ranzada iki kişi yatmaktadırlar. Tüm bunların üzerine çocuk mahkûmlar bir de gardiyanların en çok da Cafer'in işkencelerine, tacizine ve tecavüzlerine maruz kalmaktadırlar.
Başka cezaevlerinde standartların daha iyi olduğunu duyan çocuklar, dilekçe yazar ve cezaevi değiştirmek ister. Fakat idare dilekçelerini sobada yakar. Artık cezaevi değiştirmek için çocukların isyan etmekten başka çaresi kalmamıştır ve isyan ederler. Askerler isyanı bastırır ve çocukları başka cezaevlerine nakil ederler.
Ne kadar tanıdık görüntüler.
Çoğu yazar ve eleştirmen de Yılmaz Güney'in "Duvar" filminde, olayları fazla aşırıya kaçıp, bir intikam duygusu içinde abarttığını düşünüyorlardı. Yılmaz Güney ise "Duvar"ı tek cümle ile şöyle özetliyordu:
"Bu filmde anlatılanlar, yaşanmış olayların yeniden harmanlanmasıdır. Onlar, kan, ateş ve gözyaşı içinde, duvarların karanlığında ışığı ve suyu aramışlardı..."
Yaşanan hayatın gerçekliği Yılmaz Güney'in yanındaydı o gün. Bugün olduğu gibi. Çünkü yaşam filmleri oluşturur filmler de yaşamdan beslenir.
Çocuklar duvarların ardından bizlere "ağır gelen sözcükler"le sesleniyor bugünlerde yine. Ve hala her şeyi duymaya meraklı kulaklarımız o çocukların sözcüklerine sağırsa, sevgili Aslı Erdoğan'ın dediği gibi;
"İnsanlık gibi, vicdan gibi sözcüklere burun kıvıranlara... Günün birinde bu sözcükler gelip sizi de bulacak. Tek temennim, bulduklarında tanınmaz halde olmamanız..." (KT/HK)
0 yorum :
Lütfen Yorumunuzun anlaşılır ve imla kurallarına uygun olmasına dikkat ediniz.