Postkolonyalizm
Biraz farklı bir açıdan yaklaştığımızda postmodernizm, Robert Young’un (1990) deyişiyle, “bir kültürün
kendi tarihsel göreliliğinin bilincine varmasıdır ki, bu da bize onu [postmodernizmi] eleştirenlerin neden
Batılı tarih anlatılarının mutlaklığına olan güvenin yitmesinden bu kadar şikayetçi olduklarını açıklar”
(s. 19). İşte bu güven yitimi bir başka postmodern tanımını daha ortaya çıkarıyor: “Üst anlatılara
inançsızlık” (Lyotard, 1984, s. xxiv). Burada önemli olan basitçe üst ya da alt, büyük ya da küçük
anlatılara ilişkin bir güven sarsılması değil. Modernist anlatıların işaret ettiği telos’a, bizim o anlatıda
sözü edilen “ilerleme,” “gelişme” gibi “yapılması gerekenlere” uyrukluğumuzu zorunlu kılan teleolojiye
olan inancın yok olması ve modernizmin teleolojiye değil zora dayalı olduğunun görülmesi. Teleolojik
garanti olduğu sürece ayağını yere sağlam bastığını, sağlam bir yere bastığını düşünürken, bastığı
yerin tekinsiz olduğunun, yer diye bildiğinin altındaki boşluğun farkına varmanın getirdiği bir inançsızlık
bu.
Zygmunt Bauman (1992) sonradan modern diye anılacak olan toplumun ortaya çıkışının da böylesi
ürküten, vertigo ya da boşluk korkusu yaratan bir keşfin, o zamana kadarki inancın yaslandığı teolojik
temelin altının boş olduğunu keşfetmenin bir sonucu olduğunu savunuyor (s. xi). Biraz daha çarpıcı
olarak, Nietzsche’nin “Tanrı’nın öldüğünü” duyurmasını örnek verebiliriz. (Burada Lyotard’ın modernin
önce postmodern olması gerekir deyişini bir kez daha hatırlayalım.) Bu güven sarsıcı keşfe göre biz
toplumu ve dünyayı düzene koymazsak, onun kendiliğinden düzene gireceği yoktu, her şeyin önceden
belirlenmiş bir yeri yoktu, dünya basbayağı belirsiz ve kaotik bir yerdi. Modernizmin bu şok eden keşfe
yanıtı baştan beri izini sürmekte olduğumuz modernist teleoloji oldu. Düzeni biz kuracaktık. Eğer biz
çaba göstermezsek düzen kendiliğinden kurulmayacağından hiç yorulmadan çok çaba göstermemiz,
azimli olmamız ve yılgınlığa kapılmamamız gerekiyordu. Yoksa “bitmemiş bir proje” olarak kalacaktı.
Yarın da bitecek gibi gözükmüyordu. Hatta onyıllar sonra, yüzyıl(lar) sonra da bitmeyebilirdi, ama biz
azimli olup yılgınlığa kapılmaz ve çabamızı sürdürürsek biteceğinden kuşkumuz olmaması
gerekiyordu. Bauman (1992) modernizmin daha önce değindiğimiz o misyonerce görev bilincini ve
yükümlülük anlayışını işte bu boşluk korkusuna ve bu korkudan dolayı boşluğun üstünü örtme
çabasına bağlıyor ki bunu “rahatsızlık veren ve istenmeyen pislikleri halının altına süpürmek” diye de
okuyabiliriz (s. xvii).
Boşluğun kaosuna çözüm olarak düşünülen “düzen” ve düzeni kurma yolundaki muzaffer
başarılarımızın tanığı olarak “ilerleme”nin modernizmin en önemli kavramlarından olması bu
bakımdan çok anlaşılır. Sadece Batı’da değil, Batılının hükümran özne olarak yazıldığı metinden
kendine biçilen “öteki” kimliğini de okuyup kendini Avrupalı bakışıyla gören ülkelerde de böyle
olduğunu görüyoruz. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nu çağdaşlaştırma misyonunu üstlenen Genç
Türkler’in partisinin adı “İttihat ve Terakki” (Birlik/Düzenlik ve İlerleme) olduğu gibi, hemen hemen aynı
sözcükler (Ordem e Progresso) Brezilya bayrağında da yer alıyor. Modernist anlatıya göre her şeyin
ilerleme rayına girip yerli yerine oturduğu düzende yerli yerine oturmayan, aynı hedefe
Küresel İletişim Dergisi, sayı 1, Bahar‐2006
yönelmeyenlerin yeri olmadığını daha önce açıklamıştık. Bu nedenle böylesi yoldan sapmış fark ve
ötekiliklerin, Bauman’ın deyimiyle “düzen ve ilerleme ordusundan şerefsizce ihraç” edilmeleri
gerekiyordu (1992, s. xiv). Postmodernin ifade ettiği inançsızlık işte bu modernist düzene-koyma,
kuşa-benzetme, Adam-etme misyonuna ve bu ihracın gerekliliğine, olabilirliğine ilişkin bir inançsızlık.
Kimi modernistleri postmodernizme zaman zaman kendilerini kaybedecek denli saldırgan kılan da
postmodernlerin bu doğru-inanç yoksunu kâfirlikleri, ötekilikleri.
Bu bakımdan postmodernizm, kendi öteki kimliklerimizi de içinden okuduğumuz Avrupa-Amerikan,
Batı/Kuzey kültürünün artık sorgulanamaz bir egemenlik içinde dünyanın merkezi olmadığının
bilincine varılmasıdır diyebiliriz. O haliyle de Jacques Derrida’nın (1976, 1978, 1982) “Batı metafiziği”
ve “fallogosantrism”8 diye betimleyip “kendini dünya’ya zorla empoze etmekte olan en orijinal ve güçlü
etnosantrizmden başka bir şey olmayan” diye açımladığı dünya ve gerçeklik temsillerinin
sömürgeciliğinin, yani kendini hükümran özne, ötekini uyruk kılan kurgunun sökümünü içermektedir.
Modern diye anılan toplumların modernleşme süreçlerinin aynı zamanda bir emperyalizm ve
sömürgeleştirme süreci olduğuna daha önce değinmiştik. Yukarıda ele aldığımız konuların ışığında bu
bize başka önemli bir ipucu daha veriyor. Modernlik sadece Avrupa’da, Batı’da, Kuzey’de gözlenebilir
bir şey değil. Dünyada bugün genellikle onun dışında olarak, onun modern olmayan dışsallığı olarak
sunulan oluşumlar da modernizmin bir sonucu. Örneğin bugün “Üçüncü Dünya” diye adlandırılıp
modernleşme ölçeğinde aşağılara yerleştirilerek, olsa olsa “gelişmekte olan” diye nitelendirilen
ülkelerin hemen hepsi de eski sömürgeler. Onların “az” gelişmişliği kendi ontolojik olarak farklı,
yabani, geleneksel, “Doğulu” ötekiliklerinin bir sonucu olmayıp, tersine, sömürgeleştirilmelerinin,
çağdaşlaştırılmalarının bir sonucu. Gayatri Spivak’in (1988) işaret ettiği gibi, “Batı’nın kendine yeterli
bir bütün olarak betimlenişine kanmak, onun emperyalist tasarı tarafından üretilişini gözardı etmektir”
(s. 291). Salman Rushdie’nin (1989) Satanic Verses kitabındaki Whisky Sisodia karakteri “İngilizlerin
sorunu, kendi tarihlerinin denizaşırı gerçekleşmiş olması, onun için ne anlama geldiğini bilmiyorlar”
derken anlattığı da bu (s. 343). Sömürgelerinin, yani ötekilerinin tarihinden bağımsız bir “İngiliz” tarihi
olmadığı gibi öyle bir modernlik tarihi de yok. “Postmodern, modernin içindeki farka işaret eder”
derken kastedilenin bir boyutu da işte bu.
Aynı ilişki eski sömürgelerin sömürgeci efendilerinden bağımsızlıklarını kazanmış oldukları, onun için
de artık sömürge olarak değil de “Üçüncü Dünya” olarak anıldıkları günümüzün “postkolonyal” dünyası
için de geçerli. Postkolonyal sözcüğü modernist dönemselleştirme temsilinde olduğu gibi
sömürgeciliğin artık olmadığı, sömürgeciliğin sonrasına geçtiğimiz bir dönemi anlatmıyor, anlatamıyor.
Bir defa - sömürgeciliğe karşı verilen savaşların, savaşımların kazanımları hakkındaki görüşlerimizi
saklı tutmak kaydıyla - “Uyruk Çalışmaları” (Subaltern Studies) yapan Ashis Nandy (1983) ve Partha
Chatterjee (1993) gibi araştırmacıların da işaret ettikleri gibi, sömürgecilere karşı verilen bağımsızlık
savaşlarının ulus-devlet milliyetçiliği gibi sömürgecilikten “türevsel” (derivative) bir metin yazımıyla
gerçekleştiğini not etmek zorundayız. Karşı çıkanın sömürgeciliğin değerlerini içselleştirdiği,
dolayısıyla modernizmin hükümran öznesi nezdinde kabul gören, tescilli, icazetli bir bağımsızlık söz
konusu olan. Hükümran özne için hiç de yabancı olmayıp, tanıdık bir metin. Milliyetçilik içeride fark
Küresel
tanımaz bir birlik-bütünlük ideolojisi olduğu için bu bağımsızlığın yeni ulusun içindeki farklılıklar
üzerindeki, asimilasyon yoluyla tanımadan yok sayma ve yok etmeye kadar dizi dizi sömürücü
uygulamalarını kayda düşmüş, yeterince bilgimiz var (Bakınız, R. J. C. Young, 2001).
İkinci olarak bu “postkolonyal” bağımsızlık, yeni ulusun dahil olduğu uluslar arası ve uluslar üstü
ilişkilerin sömürgeci olmadığı anlamına da gelmiyor. Tam tersine onun, Spivak’ın (1988) deyimiyle,
sömürgeci-sömürge ilişkisi benzeri bir “uluslararası iş bölümünde” sömürülen olarak yer alması
demek oluyor. İyice günümüze getirdiğimizde, örneğin bir tarafta “herkesin yapabileceği” mal üretimi
gibi işlerle artık uğraşmayıp marka (brand) denilen bir kimlik ya da kavramsal-eklenecek-değer
(conceptual-value-added) üretenlerle, onların bu kimliklerini -ekledikleri malları satılmadan önce
üzerine değer eklenebilecek kadar ucuza üretmeyi marifet bilip çalışanlarını çalıştıkları halde
yoksulluğa mahkum eden evcil, işbirlikçi ötekiler arasındaki uluslararası işbölümü gibi (Bakınız, Klein,
2000). Böylece “postkolonyal” bağımsızlığın tescillenmesi ya da aldığı icazet, büyük ölçüde bu tanıdık
kendi-öteki ilişkisi metninin sorgulanmadan kabulünden kaynaklanıyor.
Üstelik hükümran öznenin giderek uluslarüstü bir beden bulup bireyselleşmesiyle9 bu bağımsız ulus-
devletlerin daha da güçsüz, daha da uyruk kılındıklarını gözlemekteyiz. Uluslararası ilişkilerin
uluslarüstü ve uluslariçi ilişkilerle kesişip eklemlenmesinden dolayı da yine sömüren-sömürülen,
hükümran özne-uyruk öteki ilişkisini dışsal bir ilişki olarak görmek mümkün değil. Uluslararası
ilişkilerde uyruk konumda olması gereken bir Üçüncü Dünya şirketi “Fortune 500” listesinde yer
alırken, Birinci Dünya’nın en gelişmiş ülkesi ABD’nin en varlıklı kentlerinde evsiz barksızlar çöplerden
ve yardım kuruluşlarının sağlayabildikleriyle yaşamlarını sürdürmeye çabalıyorlar. Bunları bırakın,
orada da asgari ücretle çalışanlar, yönetimin kendi belirlediği yoksulluk standardının altında yaşamak
zorundalar. Yani bütün o şeytan-savma, onu dışarıya atma/yansıtma çabalarına karşın öteki yine
içeride, tekinsiz, kendimizi en evimizde hissettiğimiz yerde karşımıza çıkıveriyor. Üçüncü dünyanın
içinde bir Birinci Dünya, Birinci Dünyanın içindeyse bir Üçüncü Dünyanın yer aldığı karmaşık, melez
bir dokuyla karşı karşıyayız.
Bu dokunun melezliğinden dolayı, ötekinin tekinsizliğinden dolayı, basitçe sömürgecilikle bulaşık
olmayan bir ötekilik adına, kendi evinde olan bir yerlilik adına, hükümran özneye karşı çıkmak olası
değil. Tekrar oryantalizm örneğine dönersek, uyruksal kurgulanışından dolayı, “Batılı çarpıtmalara”
karşıt olarak girişilen “gerçek olan Doğu” arayışları ve çeşitli amaçlarla dile getirilen “ötekini
konuşturmak” dilekleri, hiç de oryantalizme, onun ötekini “kuşa çevirmek,” “Adam etmek” yoluyla
tanıyan sömürgeciliğine seçenek olmayıp, onu daha da güçlendirmekte. Rey Chow’un (1993) işaret
ettiği gibi, oryantalizm ve yerlicilik (nativism) aynı paranın yüzünü ve tersini oluşturmaktalar (s. 6).
Jacques Derrida (1982) batı metafiziğini eleştirirken, bizim bir dünya haritası çıkarmak üzere
kullandığımız Batı-Doğu, Uygar-Barbar gibisinden — birinci ögesinin ikincisi aleyhinde
değerlendirildiği — ikili, kutupsal karşıtlıkları “beyaz mitoloji” diye tanımlıyor. Burada kullandığı “beyaz”
terimi, yalnızca o metafiziğin model olarak sunduğu beyaz Avrupa-Amerikalılar’ın beyazlığına
değinmekle kalmıyor. Aynı zamanda, temsil edenin kendisini ve temsil sahnesini yoklarmış gibi
Küresel
sahnelemesini sağlayan “beyaz mürekkeple” yazmasına göndermede bulunuyor (s. 213). Bu sayede
biz örneğin modernleşmenin, ilerlemenin, gelişmenin dayattığı “alın yazımızın” kendini modern, yani
hükümran özne olarak kurmak için bir iktidar mücadelesi veren Batılı’nın yazdığı, zaman ve mekanla
sınırlı bir kültürel metin olduğunu göremediğimiz oranda, onu zaman ve mekanla sınırlı olmayan bir
zorunluluk olarak yaşıyoruz. Üstelik bu mitolojinin beyazlığına, boş, yazısız bir yazı-tahtası
görünümüne kanarak onun “boşluğuna” yazanın sadece kendimiz olduğunu sanabiliyoruz, beyaz
mürekkeple yazılmış, silinmiş, beyazlatılmış başka yazılar içerdiğini, hatta bizimkiyle aynı zamanda
yazılan başka yazılar olduğunu, onun palimpsestik10 yapısını “göremiyoruz”. Yani buradaki
“göremememiz” belirli bir görmeyi, okumayı davet eden; yazılı, çizili, biçimlenmiş, şekil verilmiş bir
“görüntünün” sonucu.
Beyaz mitin yazarı yerelliğin/yerliliğin bulaşıp kirletmediği bir evrensellik iddiasında bulunabilmek için
(ki bu, örneğin, bilimsel “nesnellik”in de yaygın iddiası), “o yerde olmayan - o yerin yerlisi olmayan-
yazmayan” maskesini giyip özgül bir zaman ve mekanla sınırlı olmayan, her şeyi gören, metafizik,
Tanrısal bir saydamlığı üstleniyor. Bu bakımdan etnografik alan çalışması yapan bir antropolog için
“yerlileşmenin” yapılmaması gereken bir yanlış ya da günah olarak görülmesi çok öğretici. “Yerli” bilen
konumundaki hükümran öznenin bileceği, bildiği “nesne” olarak yazılıyor. Onun için antropoloğun
kendini nesne-ötekiyle özdeşleştirmesi doğru olmuyor, ona olan “nesnel” uzaklığını koruması gerektiği
düşünülüyor. Trinh Minh-ha’nın (1989) antropolojiyi “öteki hakkında bizle biz arasındaki geçen bir
konuşma” olarak betimlemesi bundan dolayı (s. 65). Derrida yukarıdaki “mitoloji” betimlemesiyle,
örneğin günümüzde “alan çalışmaları” diye tanınan çoğu çalışmanın yukarıda anlatageldiğimiz
mitolojiden yansıtılmış oryantalizmini ve bunun yanısıra onların evrensel gerçekçilik iddialarına karşılık
olarak da böylesi bir öte-dünyalılık taslamanın dünyasal, kültürel kurgusunu vurguluyor.
Gayatri Spivak (1988), “Can the Subaltern Speak?” (“Uyruk Olan Söz Sahibi Olabilir mi?”) adlı
çalışmasında, hoşgörülü Batılı aydınların artık “ötekini” dinlemeliyiz, onun sesine kulak vermeliyiz
diyen önerilerine yanıt olarak öylesi safkan, ontolojik olarak dışsal Doğu(lu) ve konuşan ötekilerin
varlıklarını, “orda-olmayan, temsil-etmeyen maskesini giymiş Birinci Dünya aydınlarının bu kendilerini
saydamlaştırma maskaralığına, yani maskeli temsillerine borçlu olduğuna işaret ediyor. Birinin, kendini
Doğulu olarak tanımasının Batı merkezli bir temsil içinden yansıtılmasıyla mümkün olduğuna
değinmiştik. Bu sahnelemede Doğulu kimlik tanımlaması Batılı özneyi, onun bakışını hükümran
kılıyor. Doğulunun referansı, teleolojisinin telosu, hep Batı; onun için hep Batı’ya uyruk ve bu uyrukluk
onun ontolojik varoluş biçimi. Bunun için, örneğin, modernleşme hep Batılılaşma olarak karşımıza
çıkıyor. Dolayısıyla “Doğulu”nun konuşması demek, Batılıyı zaten Batılı bir projeksiyon olan “Doğu”
hakkında bilgilendirmesi, ihbarda bulunması demek. Bu maskeli temsilde kendisine biçilen rol bir “yerli
bilgilendirici/ihbarcı”yı (native informant) oynamak (s. 292). Oyunun yazarı, hükümran özne Batı.
Onun için “Doğulu”nun konuşması bu oryantalist temsili sorunlu kılmıyor, tersine Batı’nın zaten
bildiğini, Doğu’nun —kendisinin karşıtı olan — Doğululuğunu pekiştiriyor.
Spivak (1988) ayrıca Doğu’nun yerlisinin de, bir şekilde “temsil edildiğine” dikkatimizi çekerek, Birinci
Dünya aydınlarını bilgilendiren yerli bilgilendirici/ihbarcıların ideal örneğinin nasıl “Yerli” seçkinler
Küresel İletişim Dergisi, sayı 1, Bahar‐2006
olduğuna işaret ediyor (s. 284). Öteki’nin “öz-gerçekliği”ne çağrılar çıkarmak yerine, Spivak bizi,
“Öteki’nin kurgulanış mekanizmasına” ve kendisine kâr sağlamak için Öteki’ni yalnızca evcil bir
“araştırma nesnesi,” ya da “bilgilendirici/ihbarcı yerli” olarak gerçek kılarak yatırımda bulunan
emperyalist tasarının merkezindeki “epistemik şiddete” dikkat etmeye çağırıyor (s. 293).
Modern olmak demenin hükümran özne olarak sömürgeleştirmeye konumlanmış olmak anlamına
geldiğine ve modernleşme tarihinin aynı zamanda bir emperyalizm ve sömürgecilik tarihi olduğuna
değinmiştik. Bu bakımdan “postmodern” başlıklı bölümün sonunda postmodern eleştiriler için
söylediklerimi, bu eleştirilerin nasıl modernin radikal-demokratik açılımlarına olanak verdiğini,
postkolonyal eleştiriler için de tekrarlayabilirim. Postkolonyal eleştiriler de “postkolonyal” diye
adlandırılan içinde bulunduğumuz durumun kendi geleceğine, ötekiliğine, dolayısıyla yeniden, farklı
doğuşlarına olanak vermekteler. Böylesi açılımların olabilmesi için de en başta bizim ötekini
asimilasyon yoluyla tanımamızı sağlayan bilme biçimimizi sorgulayarak kendi kendimizi yeniden temsil
etmemiz, yeniden dokuyup yazmamız gerekiyor — ki bilip evcilleştirdiğimiz ötekini ve onu
evcilleştirerek sömürgeci iktidarını kurduğumuz benliğimizi kendi ötekilerine, kendi ötekiliğine
açabilelim. Böylelikle silip atmaya ve dışlaştırmaya çabaladığımız ötekinin tekinsizce her ortaya
çıkışında onu bastırmaya çabalamanın yalnızca başkalarına değil kendi kendimize de zarar verdiğinin,
dünyayı hepimize zindan ettiğinin de bilincine varabilelim.
Tuğrul İlter
Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi
-
Postkolonyalizm nedir - Kavramsal olrak Postkolonyalizm'in açıklanması
5 Eylül 2012 Çarşamba
yazildi.
Tweetle
Sponsorlu Bağlantılar |
0 yorum :
Lütfen Yorumunuzun anlaşılır ve imla kurallarına uygun olmasına dikkat ediniz.