Bir yapıtın açıklanmasında yazarın yaşamöyküsü, yapıtın anlaşılmasında temel bir öğe değildir; yazarın düşünce ve niyetlerinin bilinmesi de bu yapıtın anlaşılmasında temel bir öğe olamaz. Yapıt, önemli bir yapıt olduğu ölçüde, kendi gücüyle yaşar ve anlaşılır ve çeşitli toplumsal sınıfların düşüncelerinin çözümlenmesiyle de doğrudan doğruya açıklanabilir. Bir yazın ya da felsefe yapıtında bireyin işlevini yadsımak, yadsımak mı demektir? Kuşkusuz hayır. Ne var ki, bütün gerçekler gibi bu işlev de eytişimseldir (diyalektiktir), dolayısıyla onu neyse öyle anlayıp kavramaya çalışmak gerekir.
Yazın ya da felsefe ürünlerinin, yazarlarının yapıtları olduğunu yadsımayı kimse düşünemez; ne ki bunların da kendi mantıkları vardır, dolayısıyle keyfe bağlı yaratmalar değillerdir hiç de. Yazınsal bir yapıtta hem kavramsal bir dizgenin iç bağlantısı, hem de bir canlı varlıklar dizgesinin iç bağlantısı vardır; bu bağlantı, bunların birtakım bütünler oluşturduğunu gösterir; bu bütünlerin parçaları, birbirlerine göre, birbirlerinin yardımıyle, özellikle temel özleri yardımıyle anlaşılıp kavrayabilirler. Böylece, bir yandan şu sonuç çıkar ortaya: Yapıt ne denli büyük olursa o denli de kişisel olur; çünkü, ancak çok zengin ve güçlü bireylik, henüz oluşmakta bulunan ve topluluğun bilincinde pek az belirlenmiş olan bir evreni düşünüp görebilir ve son ayrıntılarına dek bunu yaşayabilir. ama bir yandan da şu sonuç çıkar ortaya: Bir yapıt ne denli büyük bir düşünür ya da yazarın kaleminden çıkmışsa o denli de kendi gücüyle kendini anlatabilir; dolayısıyle tarihçinin, yapıtı yaratanın yaşam öyküsü ya da düşüncelerine baş vurmasına hiç gerek kalmaz. En güçlü kişilik, düşünsel yaşamla en iyi özdeşleşen kişiliktir, toplumsal bilincin etken ve yaratıcı bütün temel güçleriyle en çok özdeşleşen kişilik. Bir yapıtın güçsüz ve tutarsız yanlarını anlamak söz konusu olduğunda ancak, yazarın kişiliğine ve yaşamının dış koşullarına baş vurmak zorunluluğu doğar çok kez.
Böylece, Goethe’nin pek yazınsal bir değer taşımayan bir sürü benzetme oyunları, hatta Faust’un birtakım cılız, güçsüz yanları, yazarın Weimar sarayında karşı karşıya bulunduğu zorunluklarla açıklanabilmektedir. Ama Goethe artık kendine yaraşır düzeyde bulunmadığı andadır ki Weimar bakanı yapıtta ön sıraya geçip varlığını duyurur.
Demek, toplumla bireyi, tinsel değerlerle toplumsal yaşamı birbirine karşıt görmek şöyle dursun, gerçek, bunun tam tersidir. Toplumsal yaşam, yaratma gücünün en son noktasına eriştiğinde, her ikisi de, en yüce biçimleri içinde birbirleriyle kaynaşmış olurlar; yazın alanında bu böyledir, felsefede, siyasal alanında da böyle. Racine ya da Pascal’ı PortRoyal’dan nasıl ayırabilirsiniz. Munzer’i Köylüler Savaşından, Luther’i din devriminden, Napoléon’u imparatorluktan ve Fransız Devrimiyle eski rejim arasındaki sürekli kavgadan? Tersine, topluluk ortaklığa dönüştüğünde, birey güçsüzleşip göze batar duruma geldiğinde aradaki karşıtlık iyice derinleşir. Ama o zaman da, yazınsal yaratma tarihinde, derin bilginleri çok ama yazınsal düşünce tarihçisini pek az ilgilendirebilecek olan yazılarla karşı karşıya bulunuruz artık..
( Lucien Goldmann. Matérialisme dialectique et histoire de la littérature, Çeviren: Tahsin SARAÇ, Türk Dili Dergisi, Eleştiri Özel Sayısı , Mart 1971)
HASAN BOĞULDU
“Hasan Boğuldu” hikâyesiyle yeniden, bitmez tükenmez zenginliklerle dolu
Anadolu'ya açılmış oluyoruz. Anadolu'da acı gerçekler, fakirlik ve ıstırap vardır, fakat onların yanı sıra, hatta onların içinde şiir, aşk ve yiğitlik de mevcuttur. Anadolu halk edebiyatının şaheserleri olan Kerem ile Aslı ve Köroğlu hikâyelerinde de biz, hayatın bu iki büyük kaynağını bulmaz mıyız? Fakat gerçeği fark etmek için görmesini bilmek, onun güzelliğini dile getirmek içinse şair olmak icap eder. Sabahattin Ali bu iki meziyete de sahiptir. “Hasan Boğuldu”, onun bu iki meziyetini ortaya koyduğu en güzel eserlerinden birisidir.
Hikâyede, baştan sona kadar, bir fon musikisi gibi, tabiatın güzelliği çağıldar.
Yazar, usta bir ressam gibi, dış âlemde gördüğü her şeyi tespit eder. Fakat bu tabiatın içinde, ondan fışkırmış gibi güzel, canlı insanlar vardır. Yörük kızı Emine, bahçıvan Hasan! Yazar, yine bir yörük kızı olan Hacer'in ağzından onların hazin ve güzel aşk ve ölüm hikâyelerini anlatır. Yazarın kendisi ile Hacer'in varlıkları hikâyeye bir çerçeve teşkil ederler. Onlar da Emine ve Hasan gibi, kendilerini çeviren tabiatın güzelliği içinde yer alırlar. Hikâyeyi anlatan Hacer, Emine ile aynı obaya mensuptur. Öyle ki biz hikâyeyi dinlerken ikisini birbirine karıştırır gibi oluruz. Yazar da Hacer’i tasvir ederken Hasan gibi, onun kendisinden çok farklı bir insan olduğunu hisseder. Fakat yazar ile Hacer arasında aşk duygusu değil, aynı yola giden iki insan arasındaki dostluk ve yardım duygusu vardır. Hasan ile Emine'nin aşk maceralarına karşı duydukları derin ilgi de onları birleştirir.
Hikâyenin esasını Emine ile Hasan arasındaki aşk teşkil etmekle beraber, hikâyede, hikâyeci ile Hacer'in varlıkları da önemlidir. Zira biz Emine ile Hasan'ı onlar vasıtası ile tanırız. Yazar bize Emine ile Hasan'ın yaşadıkları topraklarla Hacer'i, Hacer ise Emine ile Hasan'ı tanıtırlar. Yazar ile Hacer, tabir caizse, tablonun ön planını, Emine ile Hasan, arka planını teşkil ederler. Hikâye içinde hikâye ve şiir, eski devir hikâyelerini hatırlatır. Fakat burada anlatış tarzı, dil ve üslûp eski hikâyelerdekinden çok farklıdır.
Eski Türk hikâyelerinde tabiat ve gerçek, bu kadar zengin ayrıntı ile anlatılmaz. Daha önce de söylemiş olduğumuz gibi Sabahattin Ali'de batılı ressamlara has bir dikkat ve itina vardır. Onun dış âleme bakış tarzı, hikâyeye, tabiatın zenginlik ve safiyetini getirir. Hacer'in anlattığı hikâyeye de yazarın ses ve üslubunun gizli bir şekilde karıştığı, onu ayarladığı hissolunur. Hiçbir halk hikâyesi bu kadar temiz, düzgün, doğru, ayıklanmış bir dile sahip değildir. Hacer'in naklettiği Emine'ye ait aslında yazarın kaleminden çıkan- türkü de kafiye yapısı ve kompozisyon bakımından, halk türkülerine nazaran çok düzgündür. Bütün hikâyede halkı ve halk kültürünü seven, onları sevgi ile benimseyen, fakat onlara kendine göre bir çekidüzen ve mana vermek isteyen bir aydının varlığını hissederiz.
“Hasan Boğuldu” hikâyesine, bir araya geldikleri zaman daima güzellik duygusu uyandıran üç büyük ebedî tem “tabiat”, “aşk” ve “ölüm” hakimdir. Fakat yazar bunları, renkli elişi kâğıtlar gibi birbirine yapıştırmaz, yaşanılan hayatın tabii şartları içinde birleştirir. Hikâyede tasvir geniş bir yer tutmakla beraber, olay ve olay ile ortaya konulan ana fikir de önemlidir. Olay ana fikre bağlı olduğu için önce onun üzerinde duralım.
Hasan ile Emine birbirini severler ama birleşemezler. Sebebi, birisinin ovalı, ötekisinin dağlı olmasıdır. Maddî şartlar insanlar arasında sınıf farkları yaratır ve bu farklar birleşmeye engel olur. Yörük kızı bu farkın tam şuuruna sahiptir. ‹lk karşılaşmalarından birinde, Hasan,
yörük kızma, sırtında taşıdığı heybeyi eşeğin üstüne atarak rahat etmesini teklif edince yörük kızı:
— Olmaz, der. Ovada heybeyi eşeğe taşıtırsam, koca dağa bu yük ile nasıl çıkarım. Yörüklerin hayatını, üstünde yaşadıkları, sürülerini otlattıkları dağ tayin eder. Dağda yaşamak, ovada yaşamaktan daha zordur, Hasan kendisine evlenme teklif edince
yörük kızı:
“Ne ben senin köyünde edebilirim ne sen benim obamda” der.
Birleşemeyişin başka bir sebebi, yine tabiat şartlarının doğurduğu sosyal münasebetler, örf, âdet ve inanç farklarıdır.
Hasan Emine'ye, köye gelin geldiği zaman: “Sen bahçeye bakarsın, ben zeytine giderim, kimseye muhtaç olmayız.” deyince Emine şu cevabı verir:
“- İnsan nereye giderse rızkı da beraber gidermiş, bunu düşün düğüm yok. Ama ben dağlıyım, bu çukur ovalarda kalamam. Köyünüzün eli kınalı kızlarına karışamam, senin içine dert olur. Yörük kızı geldi de Hasan'ı elimizden aldı derler, benim içime dert olur, yörük kızı dağdan köye, çadırdan eve inmemeli.”
Hasan ısrar edince, Emine, aynı fikri şöyle tekrar eder: “Hasan, ovada büyüyen dağda yapamaz... Dağın suları serindir ama yolları sarptır. Kar altında odun kesmek bahçeye bostan ekmeye benzemez. Benim erim diye götürdüğüm adamı obamın yiğitleri kınamamalı.”
Hasan'a nazaran Emine daha gerçekçidir. İnsanı bir bütün olarak çalışma hayatı ve sosyal çevresi ile beraber alır.
Hasan, ille de Emine ile evlenmede ısrar edince, “kırk has okka tuz” dolu bir çuvalı, durup dinlenmeden dağa çıkarmakla denenir. Yükü düz ovada eşeğine taşıtan Hasan bu imtihanı kazanamaz ve daha sonra “Hasan boğuldu” adını alan bir büvette intihar eder.
Bu nevi kuvvet deneme ile ilgili anektotlara “Dede Korkut Kitabı’nda da çok rastlanılır. Zaten Anadolu yörükleri, “Dede Korkut Kitabı”nda anlatılan Oğuzların devamıdırlar. Kadın tipleri, erkek telakkileri, hayata bakış tarzları da onlarınkini andırır.
Sabahattin Ali'nin hikâyesindeki insanlar üç ayrı sosyal tabakaya mensupturlar:
a) Almanya'da öğrenim görmüş, tabiata resim terbiyesi almış bir sanatçı gözü ile bakan yazar,
b) Düzovalı bahçıvan Hasan,
c) Dağda yaşayan yörükler. Hasan ile Emine'nin hazin aşk hikâyelerini anlatırken yazar, sosyal bir gerçeği de ortaya koymuştur.
Yazarın kendi üslubu ile Hacer'in hikâyeyi anlatışı arasında bir ifade farkı varsa da bu sosyal bir farka tekabül etmez. Hasan ile Emine'nin macerası geçmişte meydana geldiği ve efsaneleştiği için, Hacer, zaruri olarak “-misli geçmiş” i kullanır. Mümkün olduğu hâlde yazar, taklidi üsluba başvurmaz. Bu da onun şekle değil öze önem verdiğini gösterir. Hikâyede Hacer ile Emine'nin kendi şiveleri ile konuşmalarına içerik bakımından lüzum yoktur.
Sabahattin Ali, anlatımında, ifadesini süslemeye değil, tabiat ve insanların özelliklerini sade bir dil ile belirtmeğe önem verir. Kuvvetini kelime oyunlarından değil, gerçeğin ayrıntılarına dikkat etmekten alır:
“Köyün daşına çıkıp zeytinler arasına dalınca Hacer sarı entarisinin eteklerini dolayıp beline soktu; alçak topuklu, kalın rugan ayakkabılarını çıkarıp heybesine koydu; toprak üzerinde çıplak tabanlarının izini bırakarak yürümeye başladı. Başındaki ince, oyalı yazmanın altında küçük bir bal kutusu gibi kabaran altınlı fesi, her adımda hafifçe titriyor; uzun boyu heybenin ağırlığı ile azıcık öne eğiliyordu.”
Bu paragrafta “sarı entari”, “alçak topuk”, “kalın rugan ayakkabı”, “ince, oyalı yazma” sıfatlan, değiştirme veya güzelleştirme değil, görüleni tespit gayesini güder.
“Küçük bir bal kutusu gibi kabaran altın fesi” ifadesi de, yörük kızı Hacer'in kıyafetinin özelliğini belirtmek için kullanılmıştır. Sabahattin Ali'nin üslubu, “berrak” tır, gerçeği bir örtü gibi değil, bir ışık veya hava gibi sarar.
-
Yazınsal Yaratmada Bireyin İşlevi nedir?
2 Nisan 2012 Pazartesi
yazildi.
Tweetle
Sponsorlu Bağlantılar |
0 yorum :
Lütfen Yorumunuzun anlaşılır ve imla kurallarına uygun olmasına dikkat ediniz.