-

Üstün İnsan Felsefesi - Friedrich Nietzsche

11 Mart 2012 Pazar yazildi.
Sponsorlu Bağlantılar

İnsan eksik, tamamlanmamış bir varlıktır, açıktır her şeye: Gerisin geri de gidebilir, sağa sola da sapabilir, yukarılara da yükselebilir. Öyleyse insanın yönünü, ereğini belirlemeli. "Hayat, hep kendini altedendir." Hayata ayak uydurmaktan, hayatla yöndeş olmaktan başka sağlam yol yoktur. İnsan eksiktir, ama bu eksiği
kendisi giderecektir; kurtuluş kendisinden gelecektir ona; şimdiye dek kendi dışında sanarak yücelttiği varlıkların bütün görkemi, güzelliği onun olacaktır. Bir var ki insan, kendi içinde kalarak gerçekleştiremez bunu; insan varlığının yöneldiği, erek bildiği bir örnek koymak gerek onun üstüne: Üstinsan. İnsan, var gücünü seferber ederek bu örneğe doğru ağmasında hep kendini aşmaya çalışmalıdır.

İnsanın erek olarak hiç bir büyüklüğü yoktur çünkü; o ancak, köprü olarak değerlidir: Üstinsana götüren köprü. Üstinsan, yalnız insanın değil, bütün yeryuvarlağın anlamıdır; yeryüzünde var olan her şey, Üstinsanın yaratılmasına katıldığı ölçüde haklı çıkarabilir varlığını. Üstinsandan yoksun insan, kargaşadan, yıldız doğurmamış bir karanlıktan başka bir şey değildir. Zaman gelmiştir: İnsan, bir an önce kargaşasını, kendine anlam veren bir düzene çevirmezse, yıldız doğurtmazsa karanlığına, yok olacaktır.
("Zerdüşt"ün Önsözünden)

...................................*...................................
* *

Nietzsche'nin yazdığı kitaplar ve yayımladığı makalelerde sık sık duyulan bir kavramdır: Üstinsan (Alm. Übermensch).

Üstinsan, fiziksel ve doğaüstü güçlerinden yoksun bir Süpermen ya da Batman değildir. Üstinsan(lar)ın insanlardan farkı, Nietzsche'nin deyimiyle "insana göre maymun" ayarında biri belki. Üstinsan deyimi Nietzsche'nin "Böyle Buyurdu Zerdüşt" isimli kitabında bolca geçer.

Hitler'in, Nietzsche'ye olan saygısı Üstinsan karakteriyle ne kadar orantılı orası bilinmez ama Üstinsan'a olan 'köprü' artık giderek yıkılıyor...

İsterseniz şimdi Nietzsche'nin Üstinsan'ını çeşitli kaynaklardan alınmış alıntılarla daha yakından tanıyalım...

ÜSTÜN-İNSAN

--------------------------------------------------------------------------------
Ahlâk nasıl iyi yüreklilikte değil de kuvvetleyse, insan çabasının amacı da, herkesi yükseltmek değil, daha iyi, daha kuvvetli bireyler geliştirmektir. “İnsanlık değildir amaç, üstün-insandır.” Aklı başında olan her adamın yapacağı en son şeydir, insanlığı geliştirmek. İnsanlık düzelmez, hattâ insanlık diye bir şey yoktur bile. Bir soyutlama işidir, bütün var olan. Bireylerden meydana gelmiş olan geniş bir karınca yığınıdır. Bütünün görünüşü, her çağda bazı şeylerin bazen kazandığı, çoğu başarısızlıkla sonuçlandığı büyük deney atölyesine benziyor daha çok. Bütün deneylerin amacı da, yığının mutluluğu değil, tipin mükemmelleştirilmesidir. Yüksek tipler çıkmazsa, toplumlar varsın batsın, daha iyi. Toplum, bireyin gücünün ve kişiliğinin artması için bir araçtır.
Topluluk kendi başına bir amaç değildir. “Makineler ne işe yarar, bütün bireyler yalnızca onların bakımında kullanılacaksa? Makineler ya da toplumsal örgütler kendi başlarına amaç oldular mı, bu insanlık komedisi demektir.”

Nietzsche ilkin, yeni türlerin üretimini umut eder gibi konuşuyordu. Sonradan üstün-insanını, yığınların bayağılık çamurundan, tehlike ortasında yükselen üstün birey olarak düşünmeye başladı. Varoluşunu, doğal seçimin rastlantısına değil, insan tarafından bile bile dikkatli bir biçimde beslenmesine borçluydu. Çünkü biyolojik süreç, ayrıcalıklı bireye karşı önyargılıdır. Doğa en güzel eserine karşı zalimce davranır. Daha çok bayağı olan, sıradan olanı sever ve korur. Doğa daima insanı belli bir tipe, yığının seviyesine indirmek ister. En iyi olana, çoğunluk hâkim olur daimâ. Üstün-insan ancak insan seçimiyle, soyun düzelmesini öngörmeyle, soylu eğitimle sağ kalabilir.

Yüksek bireylerin aşk uğruna evlenmeleri ne saçma şey! Hizmetçilerle evlenen kahramanlar, terzi kadınlarla evlenen dâhiler! Schopenhauer yanlış söylüyordu. Aşk, soyu düzeltmez. İnsan âşık oldu mu, bütün hayatını etkileyecek kararlar almasına bırakılmamalıdır. Bir insan aynı anda hem sevip hem de akıllı olamaz. Âşıkların birbirlerine verdikleri sözlerinin geçersiz olduğunu açıklamamız ve aşkı evlilik için kanunî bir engel tanımamız gerekir. En iyi olan, ancak en iyi olanla evlenmelidir. Aşk aşağı tabakaya bırakılmalıdır. Evliliğin amacı yalnızca çocuk yapmak değildir, aynı zamanda onları geliştirmektir de.

“Gençsin, evlenmek, çoluk çocuk sahibi olmak istiyorsun. Ama sorarım sana: Çocuk istemeye cüret edecek adam mısın sen? Başarılı mısın? Benliğine hâkim olan mı? Duyularına buyuran mı, erdemlerinin efendisi mi, yoksa isteğinin ardında hayvansı bir taraf ya da gereklilik mi var? Yoksa yalnızlık mı? Yoksa kendi kendine çatışma mı? Çocuk, zaferin ve özgürlüğün özlemini duysun dilerdim. Zaferinin ve kurtuluşunun üzerine canlı anıtlar dikeceksin. Kendinden öteyi kuracaksın. Ama ilkin bedenini ve rûhunu tam sağlamlaştırmalısın. Genişlemekle yetinmeyecek, derinleşeceksin. Evlilik: Var olandan daha üstününü yaratmak için, iki kişinin istemidir derim. Evliliği, böyle bir istemi isteyecek olanların birbirine saygısı olarak kabul ediyorum.

İyi bir doğum olmadan, soyluluk olamaz. Yalnızca akıl, kişiyi soylulaştırmaz. Tersine, aklı soylu yapacak bir şey gerektir hep. Nedir peki, gerek olan? Kan... (Burada rütbe anlamında, ‘Lord’ gibi sözler değil demek istediğim.)

Sağlam ana babadan iyi doğum oldu mu, üstün-insan formülündeki bundan sonra gelen şey, ciddî bir okuldur. Burada mükemmelleşme, tabiî bir şekilde yer alacaktır. Övgüye bile yer verilmeyecektir. İnsanın rahatını sağlayacak şeyler az, sorumluluklar çok olacaktır. Burada bedene sessizce acıya katlanması, istem’e de buyruk dinleyip buyurması öğretilecektir. Özgürlük saçmalığı diye bir şey olmayacaktır. Hoşgörü ve “özgürlük” yüzünden maddî manevî gevşeme olmayacaktır. Bununla birlikte insan bu okulda yürürken, kahkahalarla gülmeyi öğrenecektir. Filozoflar, gülebilme yeteneğine göre sıralanacaklardır. “En yüksek dağları bir adımda aşanlar, bütün tragedyalara gülebilirler.” Üstün-insanın bu eğitiminde ahlâkın sirkesi olmayacaktır. İstem sıkı bir düzene sokulacaktır, ama beden yerilmeyecektir. “Durmayın, raks edin güzel kızlar! Güzel ayak bilekli kızların düşmanı olarak, kötü gözle bakan oyun bozan yoktur karşımızda.” “Üstün-insan bile ayak bileklerinden hoşlanabilir.”

Böyle doğup büyüyen bir adam, iyi ve kötünün ötesindedir. Amacı gerektiriyorsa, ‘böse’ yani kötü olmaktan çekinmez. İyiden çok, korkusuz olur. “İyi nedir? Kahraman olmak iyidir.” “İyi nedir? İnsandaki iktidar duygusunu, iktidar istemini, iktidarın kendini arttıran şeydir. Schlecht, yani kötü nedir? Zayıflıktan gelen her şey.” Üstün-insan baskın belirtisi, amacı olduğu süre tehlike ve mücadele aşkıdır belki de. Her şeyden önce mutluluğu çoğunluğa bırakacaktır. “Zerdüşt uzun yolculuklara çıkanları, tehlikesiz yaşamayı sevmeyenleri severdi.”

Böylece çağımızda, nedenlerinin bayağı olmasına rağmen her türlü savaş iyidir. “İyi bir savaş her türlü nedeni iyi göğüsler.” Devrim bile iyidir; kendi başına değil ama. Çünkü yığınların hakîmiyeti kadar uğursuz bir şey olamaz. Devrimin iyi olmasının nedeni, mücadele anlarının ve fırsat bulamamış bireylerin gizli büyüklüğünü meydana çıkarmasıdır. Bu karışıklıktan, kendini gösterecek olan yıldız doğar. Fransız devriminin karmaşa ve saçmalığından Napolyon çıkmıştır. Rönesans şiddet ve düzensizliğinden, Avrupa’nın o ana kadar görmediği sayısız güçlü birey çıkmıştır.

Enerji, akıl ve gurur... Bunlardır, üstün-insanı yapan. Ama bunların uyumlu hâle getirilmeleri gerekir. Tutkular; isteklerin karmaşasını, kişiliğin gücüne uyduran büyük bir amaç uğruna seçilip birleştirildiklerinde, büyük güçler hâline gelirler. “Bitkilerin bahçıvanı olmayıp, toprağı olan düşünürlerin vay hallerine!” Dürtüleriyle hareket edenler kimlerdir? Zayıflar; dizginleme gücü nedir bilmezler çünkü. Hayır diyebilecek güç yoktur onlarda. Sürekli çatışma durumunda rûhu bozuk kişilerdir. İnsanın kendini disipline sokması budur işte. Ve en büyük şeydir. “Yığınlar içinde herhangi biri olmak istemeyen adam, kendine karşı rahat davranmayı bıraksın. Kişi, amacı için başkalarına özellikle de kendine sert davranmalıdır: Dosta ihânet dışında, uğruna her şeyin yapılabileceği bir amaç gerek. Soyluluğun son örneği, üstün-insanın son formülü budur.”

Ancak böyle bir insanı emeklerimizin hedefi ve ödülü olarak görerek, hayatı sevebiliriz. “Öyle bir amacımız olmalı ki, onun uğruna birbirimizi sevelim.” Ya kendimiz büyük olalım ya da büyük olanın uşağı ve âleti olalım. Ne hoş bir görünümdü o milyonlarca Avrupalı, Bonaparte’ın amacına araç olup, onun adını seve seve anıp düşüp öldüklerinde! Belki aramızda anlayanlar, seviyesine ulaşamadığımız o kişinin, peygamberleri olabilir ve gelmesi için yolunu hazırlayabilir. Bizler, ülkeler ve zamanlarla ilgimiz olmadan, birbirimizden nice farklı olsak da, bu amaç için birleşebiliriz. Zerdüşt bu gizli yardımcıların, bu üstün-insanı sevenlerin seslerini duyabilse, acı da çekiyor olsa, kendi türküsünü söyler. “Siz bugünün yalnızları! Siz ayrı duranlar! Bir gün gelecek, birleşip bir ulus meydana getireceksiniz. Kendi kendinizi seçtiğiniz sizlerden seçkin bir ulus doğacaktır. Bu ulustan da üstün-insan çıkacak.”

Felsefenin Öyküsü - Will Durant
Türkçesi: Ender Gürol

ÜSTİNSAN

--------------------------------------------------------------------------------
Nietzsche'nin üstinsanı ile Amerikan karikatür dünyasında, peleriniyle gökyüzünde uçan Süpermen arasında kesinlikle hiçbir ilişki yoktur. Eğer üstinsan Nietzsche, isim babası olduğu bu mizahın en azından birazına sahip olsaydı, bu kendisi için iyi olabilirdi. Clark Kent hiç değilse, dünyadaki kötüleri ve iyileri etkisine sokmaya çalıştığı saf bir ahlakın adına çaışıyor. Nietzsche'nin üstinsanı bu tür zahmetlerde bulunmuyor bile. Onun üstinsanı için tek bir ahlaki prensip vardır: güç istemi. Ancak, Nietzsche'nin süpermeni, içinde en az o karikatür dünyasındaki kadar çok basit tiplerin bulunduğu bir dünyanın içinden doğuyor.
Üstinsan prototipi Nietzsche’nin dayanılmaz derecede sıkıcı, ama tehlikeli ve psikosomatik semptomları olan Zerdüşt’tür. İtiraf edilmeli ki, Zerdüşt ile ilgili hikâye mecazidir ve davranış kalıplarına işaret eder. Ama İsa peygamber de benzetmeler yaparak konuşurdu ve onun dağda verdiği vaazlarda da çocuksu bir yalınlık vardır. Onların derin anlamlarını idrak etmemiz ise, onlar üzerinde düşünmemize bağlıdır. Ne var ki Zerdüşt benzetmesi çocuksu bir basitliktedir, üstüne defalarca kafa patlatsanız da. Her şeye rağmen yine de önemli bir mesaj içerir. Nietzsche’nin vaazını yaptığı şey, Hıristiyanlık değerlerinin çöküşünden başka bir şey değildir: Ona göre her insan, tanrısız dünyasında, bulunduğu her eylemin tüm sorumluluğunu üstlenmelidir. Prangalara vurulmamış bir özgürlükte kendi değerlerini bulmalıdır. İster tanrısal, ister başka doğa güçleri tarafından olsun, bulunduğu eylemler için hiçbir ceza söz konusu değildir. Nietzsche bunda, 20. Yüzyıl insanının varoluşçu durumunu görüyordu. Ne yazık ki, bu tür koşullar altında nasıl davranılması gerektiği konusunda da görüşler belirmiştir. Nietzsche’ye göre, Zerdüşt’ün izlediği yol şeklinde gösterilen kuralları kendisine yön belleyecek insanlar üstinsan olacaklardı.

Böyle Buyurdu Zerdüşt’te Nietzsche kitaptaki kahramanı aracılığıyla şöyle der: "Maynun, insan için nedir ? Bir kahkaha veya acı veren bir utanç. Ve işte üstinsan için insan da böyledir: bir kahkaha veya acı veren bir utanç." (Zerdüşt’ün önsözü 3) Başka bir yerinde şöyle buyurur: "İnsanlığın hedefi onun sonu değil, olsa olsa insanlığın en iyi örnekleri olabilir." (Tarihin Yararı ve Zararı Üstüne, 9)

Nietzsche bu bağlamda akılsızca davranarak üstinsanını 'soyluluk' ve 'kan' gibi gevşek düşüncelerle birleştirir. Ama o, bunu ırkçı bir şekilde anlamamaktadır. 'Güç İstemi'nde şöyle yazar. "Sadece doğuştan ve soydan asillik vardır. (Ben burada 'von' ünvanından ve Gotha takviminden (ç.n. Doğu Almanya’da bir kent) bahsetmiyorum: Eşek olanlar için belirtme ihtiyacı duydum da)" Başka bir yerinde de şöyle der: "Platon, Pascal, Spinoza ve Goethe ‘den bahsettiğimde, onların kanının benimkinde gezdiğini biliyorum." Nietzsche’nin gözünde bir Yunanlı, bir Fransız, bir Portekiz Musevîsi ve bir Alman, üstinsan ile aynı derecede kan bağına sahip.

Buna rağmen ırkçı lobi Nietzsche’nin üstinsanını aldı be kendisinde yorumladı. Önce antisemitistler, sonra da faşistler işlerine gelen bölümlere atıfta bulundu. Düşüncelerinin gevşek bağı, ki Nietzsche’nin felsefi eylemi için bu tipik bir özellik, onun felaketi oldu.

Nietzsche’nin felsefesi gözden düştü, çünkü yirminci yüzyılın ilk yarısında grotesk bir şekilde kötüye kullanıldı. Bugün üstinsan hakkında, Nietzsche’nin onu anladığı şekilde konuşmak neredeyse imkânsız hale geldi.

Yazılarının poetik-fragmatik özelliği kasıtlı çarpıtmalar için ne yazık ki fazlaca bir hareket alanı tanımaktadır. Çok şükür ki Nietzsche bize üstinsanı gülünesi bir konuma çekebilmenin fırsatını da tanıdı -ki bu da günümüze en uygun düşen tepkidir belki de.

Kaynak: 90 dakikada NIETZSCHE

......................................................................
NIETZSCHE'in ÜSTİNSAN(LAR)I
Nietzsche'nin ‘Zerdüşt’ adlı büyük şiirinin üç bölümü de bir bilmeceyle açılır. Gördüğümüz gibi mesaj, ağaçlardan düşen incirlerin bulunduğu Sorrente'deki bahçelerde aklından şöyle geçmiştir.



"Eskiden Tanrı denirdi uzak denizlere bakarken, oysa ben, ‘Üstinsan’ demeyi öğrettim size.

Tanrı sanıdır; ama ben sizin sanınızın, yaratıcı iradenizden öteye gitmemesini istiyorum.

Siz bir Tanrı yaratabilir misiniz? -Öyleyse bana hiçbir Tanrı'nın sözünü etmeyin! Oysa ‘Üstinsan’ı pek güzel yaratabilirsiniz.

Belki siz kendiniz değil, kardeşlerim! Fakat siz ‘Üstinsan’ın babalarını ve atalarını yaratabilirsiniz."


Ağustos 1881'de uyarıcı ses, sonunda iyice etkisini gösterdi. 1882 yılında Lou Salomé'ye hitap eden kısa bir şiir, şimşekler çaktıran görünmemin öncesindeki ani sessizliğin en son anlarını betimler:

"Orada, öylece bekliyordum -amaçsız bir beleyiş, iyinin ve kötünün ötesinde kah ışığı kah gölgeyi, gölü, öğleden sonrayı, yönü olmayan zamanı tadıyordum.
Ve aniden arkadaş, bir ilk oldu.
Ve Zerdüşt benim önüme geçti."


Zerdüşt'ün, insan sayesinde Tanrılaştırıldığı yeni bir dini ilan eden kutsal bir kitap olduğunu, bu kitabın beşinci ‘İncil’ olduğunu ve gelecekteki insanlığın "kutsal müjdecisi" olduğunu ve taşkınlıklarının korkutmadığını birkaç arkadaşına kaçamaksız bir şekilde söylemiştir:
Önce Peter Gast'a yazdığı bir mektupta duyduğu sevinç esrikliğinden ve heyecanından sözeder:

"İşte sevgili arkadaşım! Ağustos güneşi tepemde parlıyor, yıl akıp geçiyor, dağlar ve ormanlar gün geçtikçe daha da dinginleşip sessizleşiyor. Düşüncelerimin ufkuna henüz tanımadığım düşünceler tırmanıyor. Ama ben hareketsiz huzuru korumak istiyorum... Ah! Arkadaşım, bazen tehlikeli bir yaşantı sürdüğüm düşüncesi aklıma geliyor. Çünkü, ben ‘patlayabilen makinelerden birisiyim.’ Duygularımın yoğunluğu beni korkuttuğu gibi aynı zamanda da güldürüyor..."


Daha sonra Lou Salomé'ye de biraz daha fazla gizemli fakat anlaşılabilir bir şiir gönderir:

"Arkadaş, der Colomb,
Artık hiçbir Cenovalı'ya güvenme.
O gözüne her zaman derin ufukları kestirir
Ve her zaman en uzak ufuklar onu çekerler!
Çok uzaklara uzanmaya ve zamanın derinliğine
Sevdiğini beraberinde sürüklemeye çalışır;
Etrafımızda büyük sonsuzluk."


Bu sonsuzluk içinde yok olduğumuz sonsuzluktur. Denizcinin sevinci, dansçının saf gülüşü, kâhinin muzaffer kavrayışlığı, arkadaşlığın yüzüstü bıraktığı ve aşkın kapısını hiç çalmadığı bu insanın tasalarını hafifletir.
Daha sonra, Malvida von Meysenburg'a daha açık olan bir mektup yazar:

"Bütün dinlere meydan okudum ve yeni bir kutsal kitap yaptım; benim yeni kitabım, dinde gülmeye daha fazla izin verdiği halde, diğer kitaplar kadar ciddi bir kitaptır."


Öteki dünya ve onun tüm hayaletleri artık yok olmuşlardır; geriye, yazgımızın oynadığı bu dünya kalır. Ama hareketlerimiz bu dünyada, daha önce sahip olmadıkları bir yoğunluk ve değer kazanmışlardır. Çünkü gelecek, bizim, yalnızca bizim, cesur kâşiflerin, şair ve peygamberlerin, yeni Tanrıların heykellerini yapan heykeltıraşların buyruğu altındadır. İnsanlığın ya da onun argonotlarının içine gireceği yolun açılabilmesi için birçok riski göze almak, birçok tehlikelere göğüs germek ve yanlış adım atmamaya çok dikkat etmek gerekir. ‘Üstinsan’a giden yol o kadar zahmetli ve o kadar da bir yoldur ki, altında uçurumların bulunduğu ya da tek bir ipten yapılmış bir köprüyle karşılaştırılabilir:

"İnsan, hayvan ile ‘Üstinsan’ arasında gerili duran bir iptir, uçurumun üzerinde duran bir iptir... İnsanın büyüklüğü onun bir amaç değil de bir köprü olmasıdır. İnsanda sevebileceğimiz şey ise, onun bir geçiş ya da düşüş olmasıdır."


Eğer vazgeçip sürüye katılırsa, eğer güvenliğini, durmadan yinelenen tehlikelere tercih ederse, yalnızlığın yüceliğini reddederek arkadaşlarının ısrarlarına dayanamazsa bir düşüş söz konusu olur.
Bu, Kolomb'un yol arkadaşlarının geriye, Akdeniz'in güvenli koylarına dönmelerini kışkırtan "kötülük eğilimlerinin" ilki ve en ısrarcısıdır:

"Bütün varlıklar şimdiye dek kendilerinden öte bir şey yaratmışlardır: Peki siz bu büyük yükselişin inişi olmak ve insanı altedecek yerde hayvanlara mı dönmek istiyorsunuz?"


Nietzsche aynı serüvene katılacak olan tanımadığı arkadaşlarını uyarmamak için bu kötü eğilimi iyice öğrenmiştir:

"Her yıl benim için gittikçe daha da ağırlaşıyor...
Hastalığın en berbat, en acı verici dönemleri bile varlığımda şu an olduğu kadar çekilmez ve umutsuz olmamışlardır. Ne olmuştur? Şimdiye kadar güven duyduğum insanlardan beni koparan gün gelmiştir. Biri sırtını dönüp gider, öteki başka yere gider, herkes kendi küçük sürüsünü bulur, en bağımsız olan hiç kimseyi bulmaz ve karede yalnız kalır."


Ama gerçekte acı çekiyordu, çünkü bu kesin ayrılış hiç de ona göre değildi. "Sevinçli Bilim"de bulunan bir metin, hiçbir şeyin, insanın kendisini tecrit edilmiş gibi duyumsamasından daha korkunç olmadığını söyler. İnsanın kendi kendisiyle kalması günâhların en kötüsüdür. "Cüzi iradenin vicdanla komşuluk yaptığı" ve sürüyü rahatsız edenlerin vicdan azabı duygusuyla cezalandırıldıkları zamanlar geride kalmıştır. Bilinçli olunabilir ve vicdan azabının kaynakları öğrenilebilir. Daha sonra Kafka'da Nietzsche gibi bunun denemesini yapacaktır. Bilinç, bilinmeyen yüzlerin yansıdığı çok cepheli bir aynadır, unutulmuş seslerin yankısının hâlâ sürdüğü bir mağaradır. Yolundan dönenin vay haline! Tehditlerle dolu olan bu sesleri dinleyenin vay haline!

Eğer insan, şeytanına kulak kabartmayı kabul eder ve onun eline düşerse, ortaya yeni tehlikeler çıkıveriri: Örneğin, Zerdüşt'ün dağılmış bedenini topladığı zavallı ip cambazı gibi. Bu bölüm anlatılırken anlamı bilinmez. Oysa Nietzsche yalnızca bilmecelerle konuştuğunu bize bildirir, yorum hataları yapabileceğimizi önceden bize söyler. O zaman prizmanın arkasında kalarak yanlış yorumlanan gerçeği kavramaya çalışalım.

Nietzsche çocukken bir ip cambazının gösterisine tanık olur. Bu sahne cambazın düşmesiyle son bulur? Her halükârda onun içi titremiştir. Bu resim onun bilincine yer etmiş ve daha sonra yazgısının simgesi olmuştur. Etrafında, Fex Vadisi'nin yalnızlıklarında Kuzey rüzgârının kamçıladığı sarhoş dansçı Ezé kayalıklarına tırmanırken, fırtına çam ağaçlarını köklerinden sökmekte ve tepelerden aşağıya koca kayalar düşmektedir. Ama tüm bunlar onun yüzündeki esin gülüşünü silemiyorlardı. Stendhal'de buna benzer bir anıyı "Kırmızı ve Siyah" adlı romanında yazmamış mıydı?

Belki biraz da Wagner'in Tribschen'deki o güzel günlerde bitirdiği ‘Usta Şarkıcılar’ adlı yapıtı onu etkilemişti. Öbür dramlar ile bu opera arasındaki fark, bu operanın müzikal bir komedi gibi sunulmasıydı. Hafif ve rahatlatıcıydı. Walther bir ilkbahar ozanıydı ve yoluna bir ozanın yoluna çıkabilecek en büyük tehlike çıkar: Onu ve şarkısını karikatürize eden komik bir ozan. Bununla birlikte ip cambazı, uzaktan bakıldığında ‘Üstinsan’ın betimlemesini çiziyordu. Boşluğun üzerinde yalnızca el yordamıyla yol alıyordu. Bu korkunun ve yüksekliğin kurbanıdır. Eğer gerekli güvene sahip olursa, onunla ve onun gereksiz yürekliliğiyle alay eden şarlatanı görmez.
Oysa Zerdüşt şöyle buyuruyordu:

"Derken bütün ağızları susturan ve bütün gözleri faltaşı gibi açtıran bir şey oldu. Çünkü bu arada ip cambazı oyununa başlamıştı: Küçük kapıdan çıkmış, iki kule arasına ve pazar yerinin ve halkın üstüne gerili bir ip boyunca ilerliyordu. Tam yarı yoldayken, küçük kapı bir daha açıldı ve alaca bulaca giysiler içinde soytarıya benzer biri uğradı dışarı ve öncekinin ardından hızlı hızlı yürüdü. ‘İleri, seni topal seni, seni saz benizli seni!

Yoksa ayağımın altına alırım seni ha! Bu kuleler arasında ne işin var? Senin yerin kulenin içi, kilitlemeli seni, kendinden üstün olanın yolunu tıkıyorsun!’ -Her sözle birlikte gittikçe yaklaşıyordu ötekine: Fakat bir adım kala, bütün ağızlarısusturan ve bütün gözleri faltaşı gibi açtıran o şey oldu: Şeytanımsı bir çığlık kopardı ve yolunu tıkayan adamın üzerine atladı. Fakat beriki, rakibinin kazandığını görünce, başı döndü ve ipini şaşırdı. Attığı sırığını sanki bir kol ve bacak çevrintisi gibi, sırıktan daha tez, daldı derine. Pazar yeri ve halk, fırtınaya uğramış deniz gibiydi: Kalabalık darmadağın olmuş, hele gövdenin düşeceği yer de, bir birine girmişti."


Bu soytarı ne gibi bir tehdit savurmuştu da ip cambazı buna dayanabilmişti? Soytarının aklı bir an başına geldiğinde bunu Zerdüşt'e itiraf eder. Eski batıl inançlar onu felç etmişti. Yalnızca böylesi korkularını aşan bir insan maceraya atılmayı deneyebilir... Yalnızca böyle bir insan hayvan ile ‘Üstinsan’ arasında gerili duran ipin üstüne çıkma riskini göze alabilir. İşte zavallı adam küçük kapıdan çıkarken peygamberin atlattığı budur. Hayvan ile ‘Üstinsan’ arasında geçilmesi gereken bu ipten "ya da bu köprüden" başka bir şey yoktur. Bilincimizde bize katılmak isteyen bir sürü boş hayal vardır: Toplumun elinde bunlardan işine gelenleri ortak noktada buluşturan değişik olanaklar vardır. Zerdüşt kentin kapılarına geldiğinde, soytarı bunu ona söyler:

"Git bu kentten Zerdüşt: Senden nefret eden pek çok kişi burada. İyilerle doğrular senden nefret ediyorlar ve seni düşman ve kendilerini horgören biri sayıyorlar. Dine inananlar senden nefret ediyorlar, seni kalabalık için tehlike sayıyorlar. Talihin varmış ki sana güldüler: Gerçek soytarı gibi konuştun Talihin varmış ki şu ölü köpekle arkadaşlık ettin. Böylece alçalarak yakayı kurtardın bugün. Ama git bu kentten, yoksa yarın üstünden atlarım, -tıpkı bir diri bir ölünün üstünden nasıl atlarsa."


Zerdüşt vazgeçmeyecektir. ‘Zaman Makinesi’ onu en uzaktaki geleceklere götürecektir. Geri döndüğü zaman gördüğü "medeniyetin" komik bir görünüşü vardır. Aslında bu, soytarılardan oluşan bir uygarlıktır.

İşte soytarılar böyledir, geçici varlıklardır. Bu insanların kafaları batıl inançlarla doludur. Zaten bu yüzden bin bir türlü çiğ renklerle resimlenmiştir. "Verimsizdirler", bu nedenle güvenleri de yoktur. Oysa yaratmak isteyen kişinin hayalleri ve yıldızları vardır. Yaratıcılar ve peygamberler ‘Üstinsan’ın atalarıdırlar ve dünyaların en iyisinde yer alan tatmin olmuş bir insanlığın babaları olacaklarıdır. Tam bir eşitliğin hüküm süreceği tek sürüde hiçbir çoban olmayacaktır. Aynı yerde yemek yemek, tatlı ve güven verici sıcaklığı elde etmek için birbirine sokulmak, "son" insanların ideali işte budur.

Nietzsche'nin, medeni toplumlarımızda çocuklara önerilen sahte erdemler ile acı acı alay etmeyi iyi becerdiğini kabul etmek gerekir: Hicvi, kendisinin hocası olan Fransız ahlakçılarının hicvini geçer: La Rochefoucauld, Vauvenargues bazen Chamfort ve özellikle Voltaire ve Stendhal. Sertlik bakımından hicvi, yanlış tanıdığı Flaubert'in sertliğine eşittir. İnsanların sonuncusu, düşüş yönünde olan bir evrimin sonunda, iyi insanın en son kişileştirilmesidir. Nietzsche bize bu "sahte cesur insanın" portresini çizmek için Rochefoucauld'un kullandığı çizgileri kullanır. Bu "küçük insanlarda" hiçbir erkeksi erdem, bir kahramanda bulunması gereken hiçbir kaliteyi bulamayız.

Bu "küçük insanların" arasında çok fazla yalan mevcuttur ve yine bu küçük insanların arasında içtenlikli komedyenler çok azdır. Bu sahte erdemli insanların en büyük bölümü kendilerini, onlara boyun eğen insanlardan üstün gören insanlardan oluşur. Boyun eğen insanlar kendi "iyilikleri" ve ruh sağlıkları için boyun eğerler!

"Hizmet ediyorum, hizmet ediyorsun, hizmet ediyoruz, işte bu ‘yönetenlerin’ iki yüzlü ezgisidir. Ve ilk sahibi, ilk hizmetkâr olanların vay haline.

Dürüsttürler, başkalarına karşı yumuşak başlıdırlar, kum taneleri birbirlerine karşı da dürüst ve yumuşak başlıdırlar.

Kimsenin onlara bir kötülük yapmaması için, başkalarına karşı çok ince davranır ve iyilik yaparlar.

Güçten ve canlılıktan yoksun oldukları için hizmet severlerdir. Sonuç olarak ‘korkaklığa’ erdem derler."


"Ahlakın Soykütüğü Üzerine"de Nietzsche bize kaynağı hınç olan bu aktarmaların analizini verir.

"Oysa soylu doğan kişi tamamen güven içinde ve kendisine karşı dürüst bir şekilde yaşar, hınç dolu insan ise kendisine karşı ne dürüst, ne saf, ne de açık yüreklidir. Karanlık bir ruha sahiptir ve gizli köşeleri, gizli kapıları sever; gizli olan her şey onun hoşuna gider, çünkü güvenliğini burada bulur. Hınç dolu insanlardan oluşan ırk, herhangi bir soylu ırktan daha dikkatli olacaktır. Ayrıca dikkate o kadar fazla bir önem verecektir ki, onu var olmanın ilk koşulu olarak görecektir."


Böylece Hegel'in, köleler ve sahipler diyalektiğinin yerine, Nietzsche iki yönlü bir diyalektik koyacaktır: Köleler arasında yapay bir hiyerarşi kuracak ve bunlar sonuçta, her şeyden önce zorba olan devlete boyun eğeceklerdir. Bu diyalektiğin ikinci yönü ise, yaşamın istekleri üzerine kurulu verimli bir eşitsizliği ellerinde bulunduran sahipler ve soylular arasındadır.

Temmuz 1887'de "Ahlakın Soykütüğü Üzerine"ye eklenen önsöz çok aydınlatıcıdır. Kötülük düşüncesinin Nietzsche'de çocukluğundan beri bir takıntı haline geldiğini biliyoruz. Ancak bir gün gelir ve Nietzsche kötülüğün kaynağını aramaktan vazgeçer. Bunun devamında, kötülük ve iyilik, "Masum" bir oluşumun değişiklikleri için gerekli olan kesin değerler olmaktan çıkarlar. Böylece, kendi kendisine şu temel soruyu sorar:

İnsan hangi koşullarda bu iki oluşumu: "İyi ve kötü"yü kullanır? Bunların değerleri nedir? Üzüntü belirtileri midirler? Ya da yaşama isteğine ihanet mi ediyorlardır?

Nietzsche "İnsanca, Pek İnsanca"yı yazdığında onun Paul Reé'den etkilendiği söylenir. Nietzsche ise bunu reddederek, bu yapıtın Voltaire'e ithaf ettiğini açıklar.

Paul Reé'nin kendi felsefesinde hiçbir etki yapamayacağını bir kez daha vurgular. Nietzsche "soylu" insanı, "iyi" insanın karşısına koyacaktır.

Bu psikolojik sorunun üzerine yeniden eğilip, 1887 yılında "Anti-Christ" adlı yapıtını yazar:

"Almanlar Avrupa'da son büyük ürünün hasadına engel oldular: Rönesans. Rönesans'ın ne olduğu anlaşılacak mıdır? Kuşkusuz yalnızca Burckhardt ve Stendhal bunu çok iyi anlamışlardı."

Ancak Reform yengin çıkar ve böylece modern dünyanın isteklerine uyumlu bir kültürün düşünce ve törelerinin evrimini engelleyen eski değerleri Luther yeniden kurar. "Üç Metamorfoz"da Nietzsche tüm değerlerin göreceli olduklarının altını çizer. Bu değerlerin kültür seviyesine bağlı olduklarını, insanlığın ulaşmış olduğu gelişim ile bağlantılı olduklarını vurgular. Kendi kendini disiplin altında tutamayan, anarşik içgüdülerini kontrol edemeyen insan, semer vurulmayı kabul etmelidir. O zamana kadar "adalet" olarak adlandırılan dengeyi, "isyan" yeniden gözden geçirmeyi sağlar. "İsyan", eski ve yeni putları yıkar yıkmaz, "aralarında en kötüsü olan: ‘Devlet’ ve onun çelikten korsesi' üçüncü değişim" mümkün olabilir. İşte o zaman gerçek özerklik söz konusudur:

"Aslan henüz yeni değerleri yaratamaz ancak aslanın doğarken başarabileceği, yeni bir varoluş için kendisini özgürleştirmektir.

Aslanın gereksinimi olan, göreve karşı gelme pahasına da olsa, kendisini serbest bırakmaktır."

Ancak, varlıkların en hafifi, en temizi ve en iyisi kaba kabuğunu kırıp ortaya çıkıveriri:

"Çoçuk, masumiyet ve unutmadır. O bir yenilenme ve oyundur, kendi ekseni etrafında dönen bir tekerlektir, ilk hareket, bir olumluluktur."

Kuşkusuz çocuk bir oyundur, ama ciddi bir oyun. Çocuğun dünyalar yaratma yetisi vardır. Dehanın yarattıkları arasında zorlanmadan yolculuk edebilir. "Canlılık" ve "yaratıklar" bize, ‘Üstinsan’ın simetrik olmayan yüzünü sunarlar. Bizim kurtulmak ve kendimizi aşmak isteğimizi uyandıran canlılıktır:

"Yaşam bunu öğretmişti bana bir zamanlar: 'Ben de yüreklerinizin bilmecesini bununla çözüyorum.'

Gerçek, size diyorum: Geçici olmayan iyi ve kötü yoktur. Onlar kendi isteğiyle, hep yeni baştan altetmelidirler kendilerini.

Siz değerlerinizle, iyi ve kötü üstüne öğretilerinizle güç gösterirseniz, ey değer biçenler: Bu sizin gizli sevginizdir, gönüllerinizin parıldaması, titremesi ve taşmasıdır."

Yaratan irade yıkıcıdır. Eski bir dünyanın yıkıntılarının üzerine yeni bir dünya inşa eder. ‘Üstinsan’ın portresi biraz belirsizdir. İki betimleme arasında gidip gelir. Daha doğrusu bu portrenin çizgileri Nietzsche'nin düşünceleriyle bir zıtlık oluşturmaktadır: Sürünün güven verici sıcaklığından yararlanmak için hemcinslerine sokulmaktan hoşnutluk duyan insan, aslında her hareketini korku yüzünden yapan iyi ve sahte merhametli insandı...

Nietzsche'ye hayranlık duyulan nokta onun, hata duygusuyla kemirilen, kötü bir bilinçlenmeyle yıpratılan, her türlü korkaklığa hazır olan ve kendi kendisini terk ederek yenik düşen bizim batı toplumumuzu vuran hastalığı tanımlamaktaki zenginliktir. Batı uygarlığının hastalıklarının sorumluluğunu Hıristiyanlığa yükler. Gerçekte suçladığı da kendi kültürel değerlerinden, hatta kendi kişiliğinden yana kuşkuya kapılan ve çözümü dinin anormal biçimde yorumlanmasında bulan çağımızın hasta insanıydı.

M. de Saci, Pascal'ı dinlerken hayret ediyordu. Kendi kendisinin canını yakan ve dikenler tarafından vücudunun her bir tarafı yırtılan bu filozofa acıyordu. En büyük kötülüğü yapan romanlar gerçeği abartısız bir şekilde gözler önüne seren katı ve doğru yazılar değildir.

Gerçek kötülüğü yapanlar, "yeraltı" adamının saklandığı labirentin tüm ayrıntılarını anlatmaktan büyük bir zevk alan bu sahte-gerçekçi filmler ve yazılardır. Yoksunluklarının sergilendiği bu gösteriyi beğeniyle izleyen ve bunu kendisine iş edinen insan, kendisini isteyerek mağaraya kapatıp kötü sırlarını yineleyip durur. Anormal zevklerin temini için Hıristiyanlığa çağrıda bulunur. İki yüzlü ve sahte duygularını "erdem" olarak nitelendirir. Bu türdeki insanların çoğalması Nietzsche'yi kaygılandırıyordu.

Ama hiçliğin ve çöküşlüğün kötülüklerini ustalıkla kınıyorsa, bizim için ne büyük bir tehlike oluşturduklarını önceden görüyorsa da, bundan böyle bizim bugünümüzü koşullandıran geleceğin yalnızca bir bölümünü aydınlatabiliyordu. "Üstinsanın" iki yüzü arasında duraksamaktaydı. Rönesans insanının yüzü ya da devrim insanının yüzü: Tutkularını engellemeyen Sézar Borgia, Mirabeau ya da Napolyon gibi ve yaratıcı sanatçılar; Beethoven, Hölderlin ve bir dönemin Wagner'i gibi... Birincisi, "Ahlakın Soykütüğü Üzerine"nin tanımladığı soylu kahraman. İkincisi, iki dünyanın sınırında ayakta duran peygamber, yaşamını tehlikeli denizlere açılarak tehlikeye sokan gezgin, altın postun, dehanın fatihi...

İkinci bir soru daha: Nietzsche günün birinde ‘Üstinsan’ların birbirleriyle karşılaşıp, işbirliği yaparak kuracakları topluluğu nasıl karşılayacaktı? Bu noktada Nietzsche pek aydınlatıcı olmamıştır ve zaten olamazdı da. Aslında görünen şudur ki, ‘Üstinsan’lar -her biri kendi özgünlüğü içinde kapalı olan ve bilgi seviyesinin mükemmelliği sayesinde kendi kendisine yeterli olan- yalnızca birbirlerine olan yakınlıkları sayesinde birleşebilirler. Bu birleşme sonucunda, antik sitelerin modelinde bir gelecek zaman topluluğu ortaya çıkar. İnsanın kişiliğini kaybetmeye mahkûm olduğu izlenimi uyandıran büyük çalkantılara doğru yürüyor muyuz? Oysa ‘Üstinsan’ın evreninde, aristokrat topluluğun yoğunlaşma ve yaratıcılık çabalarının en uç noktasında doğması gerekir. Sonuç olarak, eşitsizliklerin ortadan kaldırılamadığı bu dünyada hayvanlık seviyesini ancak aşabilmiş (hâlâ bu seviyeye gerileme eğilimi olan) günümüz insanının durumu ne olacak? Nietzsche gelecek zaman insanının korkunç tablosunu, tıpkı Wells ve Aldous Huxley'in bilimkurgu romanlarında yaptıkları gibi kendisine mi mal edecektir? Körü körüne merhameti kınadığı halde gerçek ve cesur bir iyiliği de yadsımaz, tıpkı kendi kendisini katı olmaya zorlayan bir arkadaşım iyiliği gibi. Belki yazarı öldükten sonra yayımlanan yapıtlarında bulunan özdeyişlerinde umut ve korkularını okuyabiliriz. Bu özdeyişler, eğitmen Nietzsche adını alabilecek başka bir kitaba konu olabilirler. Nietzsche'nin tanısına olan güvenine bir kez daha hayranlık duyalım. Gelecek yüzyıldaki Avrupa'nın durumu erkek erdemini yine değerli kılacaktır. Çünkü o zamanda sonsuz bir tehlike içinde yaşayacağız.

Dürüst ve cesur insanların, kahramanların ortaya çıkması gerekiyor. Bununla birlikte, ortak bir eğilimin en alt seviyede benzeşenlerin bulunduğu bir kültürün de ortaya çıkması gerekir. Zaten Nietzsche'ye göre -üstün bölgelerde, karşılıklı ve sürekli bir bağımlılık- kurulmuş gibi gözüküyordu:

"Bu milli aptallıklar bitsin artık! Özellikle Avrupa ayaktakımının kollarına düşmesin: Fakirler zenginlere karşı verdikleri mücadeleye gömülmekten asla vazgeçmesin. Aksi takdirde hem halkı, hem de kültürü çürüyecektir. Çin ve Hindistan'ı sömürgeleştirdikten sonra, kendisine de egemen olacak uçsuz bucaksız Rusya ile yüzeyselliğe mahkûm olan Amerika arasında bocalayıp duracaktır! Geceden önceki son şimşek, bu kez korkusunu itiraf ederek, şöyle bağırır: Devam etmesi gerekeni zamanında kurtarın."

Bu gerçekleşmesi yakın olan korkunç bir tanıdır. Ancak bu trajik durum, edilen öğütlerden, Nietzsche'nin keşfedeceği ‘Sonsuz Dönüş’lerden birisinin kaçınılmaz sonucu değil midir?

0 yorum :

Lütfen Yorumunuzun anlaşılır ve imla kurallarına uygun olmasına dikkat ediniz.

-