1-Taş devrinden bu yana beynimiz küçülüyor [1]
2-İnsanlığı birkaç bir kaç yüzbin kişi kurtardı
Kimi görüşe göre iyi, kimine göre ise kötü. Son yapılan araştırmalar taş devrinden sonra beynimizin küçüldüğünü gösteriyor. İnsan evrimini inceleyen bilim insanları küçülen beynin olası nedenleri konusunda farklı görüşler ileri sürüyor.
.
2-Taş Devrinden Bu Yana Beynimiz Küçülüyor
Taş devrinden sonra insan iskeletinde ve kafatasında meydana gelen değişiklikleri inceleyen paleontologlar, son 20.000 yılda insanda beyin hacminin ortalama 1.500 cm3’ten 1.350 cm3’e düştüğünü keşfetti. Bu da beynin tenis topu büyüklüğündeki bir parçasını yitirdiği anlamına geliyor. Wisconsin Üniversitesi’nden antropolog Dr. John Hawks, beynimizin bu hızda küçülmeye devam etmesi durumunda yarım milyon yıl önce yaşayan Homo Erectus’un beyninin boyutlarına yaklaşacağını öne sürüyor. Tahminlere göre Homo Erectus beyni 1.100 cm3 hacmindeydi.
İnsan beyninin küçülmesinin nedenlerini araştıran paleontologlar, gri maddede gözlenen bu erozyonun ne anlama geldiği konusunda çeşitli varsayımlar geliştiriyor. Öncelikle küçülen beyin ile birlikte insanların giderek aptallaştığını ileri sürenler olduğu gibi bunun tam tersini savunanlar da var.
Londra Doğa Tarihi Müzesi’nden paleantropolog Christopher Stringer bu güne dek konuya gereken ilginin gösterilmediğini, bazı uzmanların göz ardı ettiğine veya önemsemediğine dikkat çekiyor. Oysa insan beyninin boyutları uygarlığın şekillenmesinde çok önemli bir rol oynamış olabilir.
Küçüklen beyin ile ilgili varsayımlar kısaca şöyle:
EQ KURAMI (Ensafalizasyon Katsayısı):
Stringer’e göre genel kural şöyle: “Kemikler ne kadar fazla miktarda kas taşırsa, bu kas kütlesini kontrol eden beynin de o kadar büyük olması gerekir.” Örnek olarak gösterilen fil beyni insan beyninden 4 misli büyüktür. Bu bağlamda 30.000 yıl önce yaşayan Neanderthal’lerin beyninin daha büyük olması normaldir. Neanderthal’ler ile aynı dönemde yaşayan bugünkü insan türü boyut olarak daha küçüktü. Son yapılan araştırmalara göre modern dönemde insan beyni, vücuduna oranla daha hızlı bir şekilde küçülüyor. Uzmanlar bu orantısızlığı şöyle açıklıyor: Beynin gelişim sistemine bağlı olarak DNA’mızın üzerinde çeşitli uyum mutasyonları birikim yaptığı için beyin küçülmüş olsa dahi, beynin içsel bağlantıları daha verimli çalışıyor.
KÜRESEL ISINMA: Bilim insanları Dünya’da ısınma eğiliminin 20.000 yıl önce başladığına dikkat çekiyor. Kütlesi daha fazla olan vücutlar ısıyı içlerinde daha iyi koruyabildikleri için soğuk havalarda daha rahat yaşar. Gezegen ısındıkça doğal seçilim, tercihini gövdesi daha küçük olan canlılardan yana kullanır. Dolayısıyla sıcaklık arttıkça iskeletler ve kafatasları küçülür. Stringer bu süreçte beyinlerin de küçüldüğünü düşünse bile, bunun her şeyi açıkladığına inanmıyor. Çünkü önceki 2 milyon yıl boyunca birden fazla ısınma ve soğuma dönemleri yaşanmasına karşın insan beyninin küçüldüğü görülmemiş.
TARIMIN ORTAYA ÇIKMASI: Beynin küçülmesini avcı/toplayıcı insanların tarım ile birlikte yerleşik düzene geçmesine bağlayan görüş ilk bakışta çelişkili gibi görünebilir. Toprağın ekilip biçilmesinin insanlar üzerindeki ilk etkisi, bu varsayıma göre yetersiz beslenme şeklinde kendini göstermiş olabilir. İlk çiftçiler yiyeceklerini topraktan elde etme konusunda yeterli beceriye sahip olmadıkları için yiyecekleri protein ve vitamin açısından zayıf kalmış ve beyinleri yeterince beslenememiş olabilir. Ne var ki çok sayıda antropolog bu görüşe kuşkuyla yaklaşıyor, çünkü tarım devrimi Güney Afrika ve Avustralya’ya çok geç gelmiş olmasına karşın, burada yaşayan insanların da beyinlerinin küçüldüğü tespit edilmiş.
APTALLAŞMA KURAMI: Hiç kimsenin duymak istemeyeceği bu kuram insan beyninin küçülmesiyle insanların aptallaştığını ileri sürüyor. Missouri Üniversitesi’nden bilişsel gelişim uzmanı David Geary, yürüttüğü bir araştırmada beynin büyüklüğü ile popülasyon yoğunluğu arasında bir ilişki olduğunu ortaya çıkarttı. Popülasyon yoğunluğu düşük olduğu zaman kafatası büyür. Bu gözlem sonucunda Geary ve meslektaşı Drew Bailey şu sonuca vardı: Toplumlar yapısal olarak geliştikçe, beyin giderek küçülür, çünkü insanların hayatta kalmak için çok akıllı olmalarına gerek kalmaz. Hayatta kalmalarına yetecek kadar zekâsı olmayan insanlar, sosyal dayanışma kurumlarının yardımıyla yaşamlarını sürdürebilir. Aslında Geary bu varsayımı ile atalarımızın zekâ yönünden bizlerden çok üstün olduğunu söylemek istemiyor: “Eğer Cro-Magnon’ların modern çağımızın eğitim olanaklarına ve tekno-oyuncaklarına sahip olma şansları olsaydı bugün uygarlık çok farklı bir yerde olurdu. Unutmayın ki Cro-Magnon’lar kültürel patlamayı başlatmışlardı.” Geary yine de Cro-Magnon’ları üstün zekâlı veya parlak zekâlı olarak tanımlamaktan çekiniyor: “Atalarımız zekâ ve yaratıcılık açısından bizimle aynı düzeyde değillerdi, çünkü bizlerin sahip olduğu kültürel destekten yoksundu.”
BEYNİN ENERJİ TALEBİ: Bronz çağında başlayarak Avrupa’da yaşamış insanların kafataslarını inceleyen Hawks, beyin ile enerji talebi arasında bir ilişki olduğunu ileri sürüyor. Hawks’a göre beyin tükettiğimiz enerjinin %20’sini emiyor. Büyük beyin tahminen daha fazla işlevsel olmasına karşın, gelişimi daha uzun zaman alıyor ve daha fazla enerji tüketiyor. Hawks bu soruna çözüm olarak evrimin en az enerji ile çalışan zeki bir beynin gelişimini teşvik ettiğini söylüyor. Evrim, böyle bir ürünü ortaya çıkartmak için nadir görülen yararlı mutasyonlara ihtiyaç duyuyor. Hawks bunun nasıl olduğunu şöyle açıklıyor: “20.000 ile 10.000 yıl önce nüfus arttıkça genetik havuz büyüdü. Böylece bu tür yararlı mutasyonların ortaya çıkma şansı arttı. İşte bu nedenle hayvan besicileri sağlıklı bir nesil elde etmek için büyük sürüler yetiştirir. Böylece istenilen bir özelliği elde etmek için uzun süre beklemek zorunda kalmazlar.” İşte son 20.000 yılda beyinle ilgili DNA mutasyonlarının ortaya çıkmasıyla beyin küçülmekle birlikte bilişsel yeteneği aynı oranda arttıyor.
SALDIRGANLIK EĞİLİMİ: Harvard Üniversitesi’nden primatolog Richard Wrangham ise insan beyninin küçülmesi ile saldırganlık arasında bir bağlantı kuruyor. Wrangham’a göre doğal seçilim, saldırganlığı azaltmak için tercihini vücuduna oranla daha yavaş gelişen beyinlerden yana kullanıyor. Bundan 100.000 yıl önce saldırganlık eğilimi fazla olan bireylerin toplum tarafından dışlanması ve cezalandırılması saldırganlığın istenilmeyen bir özellik olarak ortaya çıkmasına yol açtı. Bunun için de evrimsel gelişim insan beyninin küçük kalmasına zemin hazırladı. Wrangham bu varsayımına örnek olarak büyük beyinli kurtları ve köpekleri gösteriyor. Kurtlar sorunlarını saldırganlık yoluyla çözümlerken daha küçük beyne sahip olan köpekler insanlardan yararlanarak çözüme ulaşıyor.
2-İnsanlığı birkaç birkaç yüz kişi kurtardı
Homo sapiens’lerin ortaya çıkışından hemen sonra dünyamızı etkisi altına alan sert iklim koşulları, türümüzü yok olmanın eşiğine getirdi. İnsanoğlu, Afrika’nın güney kıyılarında hayatta kalmayı başaran çok küçük bir popülasyon sayesinde bugünlere ulaşabildi. Sayıları birkaç yüz kişiyi geçmeyen bu insanlar, Afrika’nın güney kıyılarında deniz ürünleri ve bölgeye özgü karbonhidrat bakımından zengin bitkilerle beslenerek hayatta kalabildiler.
Dünya nüfusunun 7 milyara yaklaştığı şu günlerde Homo sapiens’lerin bir zamanlar soyunun tükenmek olduğuna inanmak zor. Ancak bugünkü modern insanın DNA’larının inceleyen bilim insanları, atalarımızın geçmişte gerçekten çok ciddi bir yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığını keşfettiler. İnsanın ortaya çıkışı ve yok oluş tehlikesinin tarihi hakkında kesin bir bilgi bulunmamasına karşın bilim insanları fosil kayıtlarından yola çıkarak atalarımızın bundan 195.000 yıl öncesinde Afrika’da ortaya çıktığını tahmin ediyor. O dönemde iklim ılıman ve yiyecekler boldu. Kısaca yaşam keyifliydi. Ancak 195.000 yıl öncesinden başlayarak koşullar sertleşmeye başladı. Gezegen, Deniz İzotop Dönemi 6 (Marin Isotope Stage 6 -MIS6-) adı verilen buzul devrine girdi ve bu dönem 123.000 yıl öncesine kadar devam etti.
MIS6 döneminde Afrika’da geçerli olan çevresel koşullar ile ilgili ayrıntılı bilgi yok ancak daha sonraki, daha iyi bilinen buzul dönemlerinden yola çıkan iklim bilimciler, MIS6’da iklimin çok soğuk, çok kurak ve kıtanın büyük bir kısmının çöllerle kaplanmış olduğunu tahmin ediyor. Öyle ki karasal bölgenin büyük bir kısmı insanların yaşamlarını sürdürmesine izin vermeyecek kadar çoraktı. Dolayısıyla gezegen, buzullarla kaplanırken insan sayısı tehlikeli bir şekilde azalıyordu. Yaklaşık 10.000 kişiden geriye yalnızca birkaç yüz kişi kalmıştı. Son yıllarda yapılan genetik çalışmalar bu darboğazın ne zaman yaşandığı ve geride kaç kişinin kaldığı sorusuna farklı yanıtlar vermesine karşın, hepsi bir noktada birleşiyor: Bugün hayatta olan herkes, bu buzul döneminde Afrika’nın korunaklı bir bölgesinde hayatta kalmayı başarmış insanlardan türemiştir.
1990’larda Başlayan Tartışma
İnsan nüfusundaki bu azalmanın yaşandığı darboğazın tarihi ile ilgili tartışmalar ilk kez 1990’lı yıllarda başladı. Genetik bilimciler bugünkü insanın diğer türlere oranla çok az genetik çeşitlilik içerdiğini o yıllarda tespit etmişti. Dolayısıyla bunların küçük bir bölgede yaşamış olan bir gruptan türemiş olmaları çok büyük bir olasılıktı. Peki, bu küçük grup nerede yaşamış olabilirdi? O dönemde çok az sayıda bölgenin, avcı-toplayıcı atalarımızı barındırmaya yetecek doğal kaynaklara sahip olmasından hareketle, Paleoantropologlar bu ideal bölgenin neresi olabileceği konusunda varsayımlar üretmeye başladılar. Arizona State Üniversitesi’nden İnsan Evrimi ve Sosyal Değişiklikler Bölümü’nden Profesör Curtis W. Marean, bu bağlamda Afrika’nın güney sahillerinin en uygun mekân olabileceğini düşünüyordu. Akdeniz ikliminin hüküm sürdüğü, gel-git olaylarına bağlı olarak deniz ürünlerinin kolayca avlanabilir olduğu bu bölgenin ideal bir sığınma noktası olduğuna karar veren Marean, bölgeye giderek MIS6 dönemi ile ilgili kalıntıları yerinde araştırmaya başladı.
1999 yılında Marean ve Güney Afrikalı meslektaşı Peter Nissen, Afrika’nın Hint Okyanusu kıyılarındaki Pinnacle Point denilen bölgedeki mağaralardan birinin sığınmak için çok uygun olduğuna karar verdiler. Deniz seviyesinden yüksekteki ve gelgit hareketlerinin uzağındaki bu mağaraya kısaca PP13B adını verdiler.
Keşif ekibi burayı seçmekte ne kadar isabetli bir karar vermiş olduklarını kısa süre içinde anladılar. Yılların biriktirmiş olduğu tortulların altında taştan yapılmış aletler ve ocak kalıntıları bulundu. Bu önemli keşif, kazı ekibini çevre mağaralarını da araştırmaya itti. Bu mağaralarda bulunan eşyalar yaklaşık 164.000 ve 35.000 yıl öncesinde insanların yaşamak için neler yaptığına ilişkin çok değerli bilgiler içeriyordu. Bu keşif ayrıca bilişsel modernitenin anatomik moderniteden çok sonra ortaya çıktığı görüşünü de çürütmüş oldu. İnsanların sanılandan çok önce yaratıcı zekâ gerektiren davranışlar sergiledikleri böylece anlaşılmış oldu.
Afrika’nın Pinnacle Point bölgesinin dışında yaşayan Homo sapiens’lerin hayatta kalma şansı çok azalmıştı, çünkü toplayıp avladıkları bitki ve hayvan türleri kuraklık ve soğuğa bağlı olarak yok olmuştu.
Deniz Kıyısındaki Bereketli Topraklar
Hayatta kalmayı kolaylaştıran koşullar açısından Afrika’nın güney ucunu bu kadar cazip kılan neydi? Büyük bir olasılıkla başka hiçbir yerde görülmeyen bitki ve hayvan kombinasyonuydu. Bitki örtüsü açısından bu ince kıyı parçası dünyanın en zengin florasına sahiptir. Cape Floral Bölgesi olarak bilinen 90.000 km2’lik kıyı şeridi 9.000 bitki türüne sahiptir; bunların %64’ü yalnızca bu bölgeye özgüdür. Avcı-toplayıcı topluluklar için çok zengin besin değeri olan geofitler (Yun. Geo: dünya, yer; Phyton: bitki, tomurcukları toprak altında korunan yumrulu bitkiler) buranın en yaygın bitkileridir. Geofitler günümüzün avcı-toplayıcı toplulukları için çok önemli bir besin kaynağıdır. Bu bitkilerin en büyük üstünlüğü karbonhidrat içeriğinin çok zengin olması ve toprak üzerindeki bitkilerden farklı olarak toprağın altında tehlikelere karşı daha iyi korunmuş olmalarıdır. Cape Floral Bölgesi’nde bulunan geofitlerin diğer bölgelerdekilerden bir farkı da düşük lif içeriğine sahip olmaları ve çocuklar tarafından da kolayca sindirilebilmeleridir.
Bu kıyı şeridi, bitki örtüsünün zenginliğinin yanı sıra protein açısından da zengin deniz kabuklularına sahiptir. Açık denizde fışkıran soğuk Benguela kaynak sularının sıcak Agulhas akıntısı ile karışması sonucu oluşan soğuk-sıcak girdaplar zengin su kabuklularının üremesi için ideal bir ortam sağlar. Su kabukluları, protein ve omega-3 asitleri açısından çok zengindir. Geofitlerde olduğu gibi soğuk ve kurak iklim koşulları su kabuklularının sayısını azaltmak şöyle dursun, çoğalmalarını tetikleyen bir etkendir.
Malzemeyi İşleyen Zekâ
Su kabuklularından protein, geofitlerden karbonhidrat ihtiyaçlarını gideren az sayıdaki Homo sapiens kadını, erkeklerden bağımsız olarak kendi başlarına beslenme ve çocuklarını besleme şansına kavuşmuş oldular. Ayrıca yiyeceklerin kolayca elde dilmesi kadınların üreme yeteneklerinin de artmasına yol açmıştı.
Bu bölgede gelgit olaylarının yaşanması kabuklu deniz hayvanlarının avlanmasını da kolaylaştırmıştı. Ay takvimini izleme becerisini kazanan bölge sakinleri, suların çekildiği dönemlerde kıyıya vuran canlıları kolayca toplayabildiler.
Pinnacle Point’in 164.000 yıl önceki sakinlerinin tek becerisi ayaklarına kadar gelen kabukluları avlamak değildi. PP13B mağarasında ayrıca taştan yapılmış küçük boyda bıçakların bulunmuş olması, bu insanların teknolojik know-how açısından da oldukça donanımlı olduğunu gösteriyor. Kuartzit adı verilen kayalar işlenmesi çok zor olduğu için dönem insanının bu kayaları şekillendirmek için silkret adı verilen sert kayadan yararlanmış olduklarını düşündürüyor. Ne var ki kazı alanında bulunan silkretlerin doğada bulunanlardan renk ve parlaklık açısından farklı olması, taşın bir çeşit işlemden geçmiş olduğunu düşündürdüğü için arkeologlar, taşın nasıl bu hale gelmiş olduğunu araştırdılar.
Sonuçta taşların ateşe tutulup ısıl işlemden geçmiş olduğu anlaşıldı. Bütün bunlar uzmanlara göre iki şeye işaret ediyordu:
-İnsanlar hammaddeyi kullanışlı hale getirmek için işlemden geçirmeyi akıl edebiliyorlardı
-İnsanlar birbirini izleyen zincirleme süreçler geliştirip, uygulayabiliyorlardı.
Örneğin kumun içinde çukurlar açıp silkreti içine yerleştiriyor ve dış etmenlere karşı yalıtıyorlar; daha sonra sıcaklığı 350 dereceye (santigrat) kadar çıkartıp o düzeyde bir süre tutup, sonra yavaş yavaş düşürmeyi akıl edebiliyorlardı. Soğuk iklimlerde yaşayan Neanderthal’ler bu tekniği geliştiremedikleri için yok olmuşlardı.
Sanatsal Eğilimler
Teknolojik açıdan oldukça becerikli olan Pinnacle Point’in sakinleri ayrıca sanatsal faaliyetlerde de bulunuyorlardı. PP13B’nin en derin katmanlarında bilim insanları kırmızı aşı boyalı (demir oksit) parça buldular. Bunların sembolik anlamlar taşıdığı ve insanların sosyal kimliğine ilişkin bilgi içerdiği konusunda görüş birliğine vardılar. 110.000 yıl öncesine dayanan buluntuların estetik kaygılarla üretilmiş ya da toplanmış olması çok büyük bir olasılıktı. Uzmanlara göre, buluntuların arasındaki dekoratif deniz kabukları insanların denizin verdiği nimetler karşısında duyduğu minnet duygusunu temsil ediyordu.
Öncelikle türümüzün ortaya çıkışı ile yaratıcılığın ortaya çıkışı arasında sanıldığı kadar uzun bir süre geçmemiş olduğu anlaşılıyor. Örneğin çalışmalarını Güney Afrika’da sürdüren Arkeolog Ian Watts, 120 bin yıl öncesine dayanan yüzlerce aşı boyalı dekoratif eşyayı gün ışığına çıkartmıştı. Pinnacle Point’teki buluntularla benzerlikler taşıyan bu eşyalar, modern insanın bilişsel yeteneklerinin doğuşu olarak değerlendiriliyor. Dolayısıyla türümüzün bilişsel yaratıcılığı ile anatomik gelişimi arasında uzun bir sürenin geçmediği anlaşılıyor.
Güney Afrika’nın bereketli topraklarında yaşamış olan bu birkaç yüz kişinin gezegenimizde yaşayan herkesin atası olma olasılığı çok yüksek.
Genetik, fosil ve arkeolojik kayıtlara göre Afrika’dan ilk insan göçü 50.000 yıl önce başlamış olabilir. Ancak insanları bu göçe neyin zorladığı henüz bilinmiyor. Kaldı ki MIS6 döneminin sonunda Afrika’daki Homo sapiens’lerin yalnızca Pinnacle Point’te yaşayanlar ile sınırlı kalıp kalmadığı da tam olarak bilinmiyor. Dolayısıyla bilim insanlarının hedefi, MIS6 döneminin sert koşullarından kurtulmak için Afrika’daki diğer korunaklı bölgelerine sığınan başka grupların bulunup bulunmadığını araştırmak.
Türkçesi: Reyhan Oksay
Kaynak: Scientific American, Ağustos 2010
kozmopolitaydinlar.wordpress.com
0 yorum :
Lütfen Yorumunuzun anlaşılır ve imla kurallarına uygun olmasına dikkat ediniz.