Toplumsal ve kültürel olaylarla edebî eserler arasındaki ilişki
Mehmet Rifat Varlık Dergisi Mayıs 2005
Toplumbilimsel Eleştirinin Genel Çerçevesi
XX. yüzyılda geliştirilen metne yönelik eleştiri yöntemleri arasın da “ruhsal eleştiri” (ya da “ruhçözümsel eleştiri”) ile “toplumbilimsel eleştiri” birbirini bütünleyen iki değişik yaklaşım biçimi olarak dikkati çeker. Ruhçözümsel eleştirinin (psikokritik) psikanalizin içindeki yeri neyse, toplumbilimsel eleştirinin (sosyokritik) de yazın toplum bilimi (edebiyat sosyolojisi) içindeki yeri, işlevi odur.
Türkçede son yıllarda psikanalizin yaklaşım biçimini, yaklaşım yöntemlerini Türk yazarlarının metinlerine uygulayan çalışmaların dikkati çektiğini söyleyebilirim. Bunlar arasında da özellikle Oğuz Cebeci’nin Psikanalitik Edebiyat Kuramı (2004), Nurdan Gürbilek’in Kör Ayna, Kayıp Şark: Edebiyat ve Endişe (2004) ve Halük Sunat’ın (Boşluğa Açılan Kapı: Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yapıtlarına Psikanalitik Duyarlı Bir Bakış (2004) adlı araştırmalarını belirtmek isterim. Ruhçözümsel eleştirinin Türk yazarlarına yönelik bu örneklerini ileride ayrıntılı olarak ele alacağım.
Bu nedenle burada yalnızca toplumbilimsel eleştirinin genel çerçevesine değinecek, kurucularından ve geliştiricilerinden kısaca söz edeceğim. Ardından da Türkiye’de yazın toplumbilimi konusunda yapılmış ilk incelemelerden birini Varlık okurları için yeniden gündeme getireceğim.
Toplumbilimsel eleştiri yazın toplumbiliminin bir altbölümü olarak görülebilir. Ancak, bu eleştirel yaklaşımda yazınsal metin, toplumun bir yansıması biçiminde değil, toplumsal gerçekliği olan bir estetik değer olarak kabul edilir. Bir başka deyişle, toplumbilimsel eleştirinin kalkış noktası, yazınsal metnin toplumsal açıdan taşıdığı özniteliktir, yazınsal metinde toplumsal-olanın kurucu varlığıdır. Demek ki, söz konusu eleştirel anlayış, toplumsal olan’ın yapıta yansımasını değil de, toplumsal-olan’ın yapıtta yeniden üretiliş biçimini sorgular. Dolayısıyla yazınsal yapıtı, bir estetik değer olarak ele alırken, aynı zamanda onu metinlerarası bağlam içine ve toplumsal-kültürel öğeler bütünü içine oturtur. Daha doğrusu, bir yazınsal yapıt içinde bu bağlama ve bu öğelere yapılmış göndermeler ağını sorgular. Metinden kalkılarak dünya görüşleri, ideolojiler, toplumsal imgelem, sınıfsal katmanlar değerlendirilir.
Toplumbilımsel eleştirinin ya da bu etkinlik alanını da kapsayan “yazın toplumbilimi”nin çağımızdaki önde gelen kuramcıları, daha doğrusu kurucuları arasında György Lukács ile Lucien Goldmann ’ın yanı sıra Mihail Bahtin ’i de sayabiliriz. (Bu üç kuramcının yaklaşımlarındaki temel özellikler için bkz. M. Rifat, “Yaklaşımlarıyla Eleştiri Kuramcıları”, Eleştirel Bakış Açıları, İstanbul, Dünya Kitapları, 2004, s. 19-106). Bu arada, yapıt ile okurları arasındaki ilişkileri yorumlayan, yapıtların dönemlere göre alımlanışını sorgulayan “alımlama estetiği” çalışmalarını (Hans Robert Jauss ve Wolfgang Iser) da toplum yazınbilimi içinde değerlendirebiliriz. (Alımlama estetiğinin iki temsilcisi için de bkz. M. Rifat, agy. ve ayrıca XX. Yüzyıl da Dilbilim ve Göstergebilim Kuramları: 2. Temel Metinler, gözden geçirilmiş ve genişletilmiş 2. baskı, İstanbul, Om Yay., 2000, 297-303.)
Aşağıda yazın toplumbilimi (edebiyat sosyolojisi) konusunda ülkemizde gerçekleştirilmiş ilk çalışmalardan biri sayılan, Nurettin Şazi Kösemihalin 1967’de yayımladığı “Edebiyat Sosyolojisine Giriş” ten seçme parçalar sunacak ve günümüzde bu alana ilgi duyanların dikkatini” edebiyat sosyolojisi”nin 1960’lardaki doğrultusunu özetleyerek çizen söz konusu araştırmaya yeniden çekmeye çalışacağız.
Sanat ve Edebiyat Sosyolojisine Toplu Bir Bakış
Sanatın alanı çok yaygındır. Musiki, edebiyat, resim, tiyatro, dans gibi... Bu dallardan hangisine gönül verirse versin, sanatçının kişiliği kadar yapıtı da, içinde bulunduğu doğal ve toplumsal çevrenin etkisindedir. Ama beri taraftan sanatçı da kişiliğiyle, yapıtıyla kendini saran bu iki çevreye etkide bulunur. İşte sanatçının kişiliğiyle, yapıtıyla, toplumsal çevre arasındaki bu karşılıklı etkiyi incelemek sanat sosyolojisinin ödevidir.
Öyleyse ne kadar sanat varsa o kadar da sanat sosyolojisi vardır. Gerçekten sanat sosyolojisi; musiki, edebiyat, resim, heykel, mimarlık, tiyatro, dans sosyolojisi gibi büyük dallara, bu dalların her biri de ayrıca daha küçüklerine ayrılabilirler. Örneğin edebiyat sosyolojisinin; şiir, roman, hikaye, gezi anıları sosyolojilerine bölünmesi gibi.
Ne yazık ki bu çeşitli sanatlarla toplumsal gerçek arasındaki ilişkiye, son zamanlara dek pek az önem verilmiştir. Bundan sosyologlar kadar türlü sanat dallarını inceleyen bilginler, uzmanlar, sanat tarihçileri de sorumludur. Sosyologlar, özel bir bilgi ve ilgiye dayanan sanat konularına pek yanaşmamışlar, yanaşanlar da ünlü Amerikan sosyoloğu Sorokin gibi çeşitli sanat kollarını zihinlerinde önsel (a priori) olarak tasarladıkları birtakım soyut kültür kalıplarına sokmaya çalışmışlardır.
Gerçekten edebiyat sosyolojinin tarihi çok. yenidir. Özellikle dünya savaşından sonra gelişmeye başlamıştır. Gerçi daha 19. yüzyılda da edebiyatın çeşitli türleriyle toplumsal hayat arasındaki ilişkiye dokunan yazarlara rastlarız. Ama bunları edebiyat sosyolojisinin kurucuları değil de habercileri saymak daha doğru olur. Çünkü hiçbiri bu konuyu sistemli olarak ele almış değildir.
Geçen yüzyılın edebiyat sosyolojisi habercilerini iki kola ayırmak mümkündür.
]Birinci kolda: özellikle Mme de Staël’i , H. Taine’i;
]sanat toplum içindir görüşünü savunan ikinci kolda da Marx’ı, Engels’i, Belinski’yi, Saltikov Şçedrin’i, Çernişevski’yi, Dobroliabov’u, Pisarev’i, Plehanov’u, Lukács’ı, Lenin’i, vb. saymak mümkündür.
Birinci kolun başında bulunan Mme de Staël, Sosyal Kurumlarla İlişkisi Bakımından Edebiyat (1800) adlı kitabında; din, töre, adet, kanun gibi toplumsal kurumlarla edebiyat arasındaki karşılıklı etkiyi inceler. Mme de Staël kitabının birinci bölümünü Grek, Roma, 18. yüzyıl sonuna kadar olan Fransız, İtalyan, İspanyol Kuzey Avrupa edebiyatlarına; ikinci bölümünü de “Fransa’da bugünkü değerlerin durumu ve gelecekteki gelişmeleri” konularına ayırmıştır.
Taine edebiyatla toplum arasındaki ilişkiyi özellikle İngiliz Edebiyatı Tarihi (1863) adlı kitabında inceler. Taine bu kitabında: “Sanat yapıtları, toplumların belirli bir çevre ve zaman içindeki duygularını, düşüncelerini yansıtır” ilkesine dayanarak 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar İngiliz dehasını temsil eden Shakespeare, Milton, Swift, Byron gibi başlıca yazarların yapıtlarını inceler. Eleştirme Denemeleri’nde de aynı yöntemi Racine, Balzac, Stendhal’e uygular. La Fontaine üzerine hazırladığı doktora tezinde de aynı yönteme dayanır. Taine’in bu yazılan gerçi fazla sistemli, fazla kesin, köşelidir, ama edebiyat eleştirmelerinin hiç olmazsa bilimsel bir yolda gelişmelerini sağlamıştır.
Bu arada sosyolojinin kurucusu Auguste Comte ile başlıca devamcısı Durkheim’in sanat sosyolojisinin hiçbir dalıyla ilgilenmemiş olduklarını hatırlatalım.
İkinci koldan Marx ve Engels’in edebiyatla toplum ilişkileri üzerine olan düşünceleri ise, yapıtlarının şurasına, burasına serpilmiş, dağınık parça parça yazılardır. 1937 yılında bu yazılar toplu olarak bir kitap halinde yayımlanmıştır.
Rus edebiyatının en büyük eleştiricilerinden olan Belinski; Puşkin, Lermontov, Gogol, Turgenyev, Dostoyevski gibi birçok edebiyatçının yapıtlarını eleştirmiş, övmüştür. Yalnız bunlar arasında gerçi Gogol’ün 1842’den önce yazılmış Müfettiş, Ölü Canlar gibi yapıtlarını övmüştür ama 1842’den sonra mistisizme kayan yazılarını şiddetle eleştirmiştir. Özellikle Gogol’ün 1847’de yayımlanan Dostlarıma Yazdığım Mektuplardan Seçmeler adlı kitabı için yayımladığı eleştirme aralarındaki gerginliği büsbütün artmıştır. (...)
(...) Ama bütün bu saydıklarımız arasında, edebiyatın sosyoloji temeline dayanan gerçek bir Marx’çı kuramını 20. yüzyılın başlarında özellikle Plehanov’un yapıtlarında görmek mümkündün Rus edebiyat eleştiricileri söz konu su edilirken Lenin’i yabana atamayız. Edebiyatla ilgili birçok yazısı arasında, özellikle Tolstoy için hazırladığı altı makale dikkati çeker. Lenin bu yazılarında; Tolstoy’un yapıtlarında birinci Rus devrimini güçlü ve zayıf taraflarıyla nasıl yansıttığını göstermektedir.
20. yüzyılın başlarında Almanya’da Lukács da sanat sosyolojisinin habercileri arasında yer alabilir. Ama biraz önce de belirttiğimiz gibi, bu incelemelerin hiçbiri, bir edebiyat sosyolojisinin kurulması için gereken bilgiyi verecek yeterlikte değildir.
Ancak şu son 20 yıl içinde bu yolda gösterilen çabalar, ortaya atılan yapıtlar bir edebiyat sosyolojisinin kurulma umutlarını kuvvetlendirir gibidir. Bunlar arasında Fransa’da özellikle P.énichou, L. Febvre, L. Goldmann, H. Lefebvre ’in çalışmaları ilgi çekicidir. Ayrıca Sorbonne’da A. Adam 17. yüzyıl toplumundaki zümrelerle edebiyat yapıtları arasındaki ilişkiyi araştırmakta; Bordeaux Fakültesi’nde R. Escarpit edebiyatta sosyoloji araştırmalarına girişmiş bulunmakta; J.-P Sartre edebiyatı anlatırken ekonomik koşullara, toplumsal amaçlara önem vermektedir. Albert Memmi “Edebiyat Sosyolojisinin Sorunları” adlı incelemesinde edebiyat sosyolojisinin bugünkü durumunu, koşullarını, araştırma açılarını ele almaktadır.
Bir yandan da karşılaştırmalı edebiyat tarihçileri, çalışmaları sırasında önlerine çıkan sosyoloji sorunlarını çözümlemedikçe ilerleyemeyeceklerini anlamışlar, bundan ötürü de daha şimdiden H. Peyre , R. Minder , G. Michaud gibi edebiyatçılar, çözülmesi gereken birtakım sosyoloji sorunlarını ortaya atmaya başlamışlardır bile...
II. Sanatçının Kişiliği, Sanat Yapıtı “Kosmo-biyo-psiko sosyal” Birer Üründürler
(...) Sanatçının kişiliği olsun, sanat yapıtı olsun fizik, biyo-psişik, sosyal etmenlerle örülmüş somut birer bütün, daha kısası, “kozmo, biyo-psiko-sosyal” birer varlıktırlar. Onun için, sanatla ilgili bir konu hakkında eksiksiz, tam bir bilgi edinmek istedik mi, bunun fizik, biyo-psişik, toplumsal yönlerini daima göz önünde tutmak gerekir, yoksa bu konuda yapılacak açıklamalar daima kusurlu, eksik kalır. Bu bakımdan sanatçının kişiliği, sanat yapıtları veya sanatta ilgili herhangi bir konu hakkında tam bir bilgi edinmek istersek çeşitli bilimlerin işbirliği gerekir. (...) Kısası çok boyutlu olan sanatın her bir boyutuyla başka başka bilimler uğraşır, sosyoloji bu bilimlerden sadece biridir. Bundan ötürü de hiçbir zaman sanatı bütünüyle, bütün boyutlarıyla kapsayamaz. Bu görüş hiçbir zaman gözden uzak tutulmamalıdır.
(...) Biz burada edebiyat sosyolojisi adı altında edebiyat yapıtını meydana getiren bu çeşitli etmenlerden yalnız birini, sosyal etmeni ele alacağız, ama bütünlüğü kaybetmemek için fizik, biyo psişik etmenleri de hiçbir zaman gözden uzak tutmayacağız.
III. Edebiyat Nedir? Edebiyat Kavramının Çözümlemesi
Edebiyat sosyolojisinin konusunu sınırlamak, yöntemini, ana sorunlarını iyice kavramak için, ilkin edebiyat kavramının anlamı üzerinde durmak gerekir. Edebiyat birçok öğe ve niteliği içinde bulundur son derece karmaşık bir kavramdır. İşte bu çeşitli öğeler, nitelikler arasında bir edebiyat yazısının türselliğini bunlardan hangisi belirtir acaba?
Edebiyat Sözlü, Yazılı Bir Dil midir?
Bir edebiyat yapıtını çözümlemeye kalkıştık mı, ilk akla gelen öğe, yazı ya da söz dediğimiz kalıplardır. Gerçekten edebiyat bir sözlü veya yazılı dile bürünmedikçe gerçekleşemez. Ancak yazı ya da söz kılığına, kalıbına girerek nesnelleşebilir. Bu bakımdan edebiyata yazılı ya da sözlü bir dildir denebilir. Ama bu, edebiyat için doyurucu bir tanım olmaktan uzaktır, çünkü her edebiyat gerçi sözlü ya da yazılı bir dildir, ama her sözlü, yazılı dil edebiyat değildir.
Öyleyse ne çeşit bir sözlü veya yazılı dil edebiyattır?
Edebiyatın sözünü veya yazısını diğer edebiyat olmayan sözlerden, yazılardan ayıran özellik nedir?
Örneğin edebiyat değeri çok üstün olan bir şiiri, bir romanı, bir gazetenin basma kalıp bir haber yazısından ayıran nitelik nedir?
Edebiyat özel, türsel bir deyiş, bir anlayış biçimidir, diyecekler çıkabilir belki... Ama o zaman da: “Peki bu özel, türsel deyiş ve anlatış biçiminin nitelikleri nelerdir?” sorusuyla karşılaşılmaz mı? Edebiyat yazısı denen bu dinamik nesneyi edebiyat olmayan yazılardan ayıran bir’ niteliğin, türsel edeb bir değerin, ne olduğu bugüne kadar anlaşılamamış bile olsa, varlığını kabule mecbur olmayacak mıyız?
Edebiyat Bir Bilgi midir?
Edebiyatın öğelerinden biri de bilgidir. Gerçekten her edebiyat yazısı bize az çok bir şeyler öğretebilir. Zaten çoğu zaman edebiyatçının böyle bir niyeti de vardır. Bu bakımdan edebiyat da haberleşme (communication) tekniklerinden biri sayılabilir. Zaten edebiyatı Marx’çılar gibi daha birçokları bilgi olgusuna bağlamak isterler. Ama hemen söyleyelim ki; her edebi yazıda az çok bir bilgi vardır ama, her bilgi veren yazı edebiyat değildir. Öyle olsaydı en sağlam, en doğru bilgiyi veren bilim yazılarının çok üstün bir edebiyat değeri taşımaları gerekirdi. Zaten edebiyatçı daha çok hayal gücünü işleten, masallar düzenleyen, bunları uyduran, yakıştıran bir kimsedir. Onun için her edebiyat yazısında az çok bir “değiştirme” (tahrifat) vardır. Hiçbir zaman gerçeği olduğu gibi bildirmez. Hiçbir zaman ondan sağlam bir bilgi belgesi gibi yararlanılamaz.
Örneğin gerçeği olduğu gibi bildiren bir belge olarak elbette ki bir gazete koleksiyonundaki haberler, o çağlarda çıkmış en gerçekçi romanlardan bile çok daha değerlidir. Görülüyor ki bilgi de edebiyat yazısını diğer yazılardan ayırabilecek bir öğe olmaktan çok uzaktır.
Edebiyat Bir Anlam, Bir Düşünce midir?
Her edebi yazı az çok bir anlam taşır, bir düşünceyi bildirir. Gerçi bugün edebi yazılarda, anlamsızlığı savunan teoriciler yok değildir, ama bu anlamsızlık (non-signification) teoricilerinin en azılılarının yapıtları gene de anlamdan büsbütün sıyrılmış değildir. Bu noktayı belirttikten sonra diyebiliriz ki, her edebiyat yazısı az çok bir anlam taşır, bir düşünceyi bildirir, ama her anlam taşıyan yazının mutlaka edebiyat olması gerekmez. Edebiyatta ölçüt, anlam olsaydı, çok derin anlamlarla, düşüncelerle yüklü felsefe yazılarının en üstün edebiyat yazıları arasına girmesi gerekirdi. Filozoflar, düşünürler yanında, edebiyatçılar hemen siliniverirlerdi. Örneğin anlam bakımından Kant yanında, Rousseau’nun; Nietzsche yanında Gide’in lafı mı olur? Hem de burada, düşünürlerle karşılaştırdığımız edebiyatçılar anlama önem verenlerdendir. Goethe ya da Shakespeare’in önemi sanıldığı gibi felsefelerinden değildir; hayal güçlerini işleterek uydurdukları, düzenledikleri, yarattıkları edebiyat denen masaldan ötürü önemlidir.
Bu açıdan bakılınca edebiyat bize bir hayaller, masallar dünyası gibi görünür. Böyle de olsa “hayallerin anlamları yok mu, bize bunlar da bir fikir, bir düşünce vermez mi” denebilir. Verir elbet, ama edebiyat bu düşünceleri öyle birtakım inceliklerle, kaçamaklarla, kurnazlıklarla, kılık değiştirmelerle, öyle çeşitli biçimde, öyle dolambaçlı yollarla verir ki, üstün bir estetik duygusuyla kaynaşmış bu heyecanlı deyiş oyunları, hiç olmazsa düşünce kadar bizi ilgilendirir. Kısası, edebiyatın özünü düşüncenin kendisinde değil de bu düşünceyi anlatan sanatın yaşantılı deyiş, anlatış oyunlarında aramak gerekir.
Edebiyat Bir Eylem Tekniği midir?
Her edebiyat yazısı belirli bir dünya görüşünü, inancı, doktrini, ideolojiyi savunur veya bunlara tepkide bulunur. Gerçekten her edebiyat yazısında az çok böyle bir propaganda, kandırma havası eser, ama herhangi bir doktrini, ideolojiyi savunan, yayan, propagandasını yapan bir yapıtın mutlaka edebiyat değeri taşıması gerekmez. Bir kitap bir inancı, bir ideolojiyi savunma, yayma bakımından çok güçlü olabilir, ama hiçbir edebiyat değeri taşımaz; beri taraftan edebiyat değeri çok üstün bir yapıtın bir propaganda, bir eylem tekniği olarak çok sönük kalması mümkündür.
Örneğin yürürlükte olan töreleri, adetleri, gelenekleri savunan bir tutucunun ya da bunlara karşı gelerek yepyeni değerlerin yayılmasına çalışan bir ilericinin yapıtları, biraz olsun bir edebiyat niteliği kazanmışsa; propagandayı bir amaç olarak değil de bir yaşantıya, üstün bir estetik deyiş ve anlatışa araç olarak kullanmalarındandır.
Sonuç
Edebiyat kavramı üzerinde yapılan bu kısa araştırma bizi doyurucu, kesin bir sonuca ulaştıramamıştır, ama hiç olmazsa edebiyat yazısını diğer yazılardan ayıran, edebiyatı edebiyat yapan bir niteliğin varlığını, daha doğrusu edebiyat yazısının türselliğini kabule zorlamıştır. (...)
(...) Kısası edebiyat söz, yazı biçimini almış bir yaşantı veya yaşantılaşmış sözlü ya da yazılı bir anlatış biçimidir. (...)
0 yorum :
Lütfen Yorumunuzun anlaşılır ve imla kurallarına uygun olmasına dikkat ediniz.