20 Mayıs 2012 Pazar

Charles Baude­laire - Paris Sıkıntısı Kitabından bir kesit


Kitabın tanıtımından:
Çağdaş şiirin en büyük öncülerinden biri olan Charles Baude­laire (1821 -1867), yalnızca bir ozan değildi, çağının ile­risinde bir düşünür, bir sanat eleştirmeniydi de. Bu arada, kişiliğinin iki yönünü birleştirmek istercesine, "dizemsiz ve uyaksız bir ezgisel düzyazı"nın olanaklarını araştırdı: Paris Sıkıntısı'nı yazdı. Büyük ozan, "düz şiir" diye adlandırabile­ceğimiz elli parçadan oluşan bu yapıtta, hem düşlediği ya­zınsal biçime yüzde yüz ulaşıyor, hem de içinde yaşadığı toplumun ve büyük kentin derin ozan duyarlığında yarattı­ğı titreşimleri benzersiz bir ustalıkla yansıtıyor.
Baudelaire'in 1862'de tamamladığı bu yapıt, ancak ölümün­den iki yıl sonra, 1869'da kitap olarak yayımlandı. Ama, o gün bugün, Fransız şiirinin köşe taşlarından biri olan Les Fleurs du mal'le birlikte anılır.
ARSENE HOUSSAYE'E * 

Sevgili dostum, size küçük bir yapıt yolluyorum. Bu küçük yapıtın başı, sonu bulunmadığını söyleyenler biraz haksızlık etmiş olurlar, öyle ya, bu yapıtta her şey aynı za­manda hem baş, hem de kuyruktur tersine, art arda ve karşılıklı olarak. Bir düşünün lütfen, bu düzen hepimize, si­ze, bana ve okura ne güzel kolaylıklar sağlayacak. İstediğimiz yerinden kesebiliriz, ben düşümü, siz müsvedde­yi, okur da okumasını, çünkü onun dikkafalı istemini gerek­siz bir olay örgüsünün sonu gelmez ipiyle bağlamıyorum. Bir omuru kaldırın, bu eğri büğrü düşlemin iki parçası hiçbir çaba gerekmeden birleşiverecektir. Doğrayıp birçok parçalara ayırın, göreceksiniz, her biri kendi başına da var olabilir. Şu kıymıkların birkaçı hoşunuza gidecek, sizi eğlen­direcek kadar canlı olacakları umuduyla, bütün yılanı size armağan etmeyi göze alıyorum.

Küçük bir giz vereceğim size. Aloysius Bertrand'ın ün­lü Gasparda de la Nuit 'sini (sizin, benim ve birkaç dostumu­zun tanıdığı bir kitabın ünlü sayılmaya hakkı yok mudur?) belki yirminci kez karıştırırken, buna benzer bir şey denemek, onun öylesine garipçe güzel, eski yaşamın çiziminde uyguladığı yöntemi yeni yaşamın, daha doğrusu yeni ve daha soyut bir yaşamın anlatılmasında uygulamak geldi ak­lıma.

Hırslı günlerinde, uyumu uyağı olmadan da şiirli, ezgi­li olan, ruhun içti devinimlerine, imgelemin dalgalanışlarına, bilincin çarpıntılarına uyacak kadar çevik ve çelişken bir düzyazı mucizesini hangimiz düşlemedik?

Her şeyden önce kocaman kentlerle haşır - neşir olmak­tan, sayısız bağlantılarının rastlaşımından doğar bu saplantı olan ülkü. Camcı'nın cırtlak bağırışını bir şarkı biçiminde vermeye, bu bağırışın sokağın en yüksek sisleri arasından ça­tı katlarına kadar yolladığı keder verici esinleri içli bir düzyazıda anlatmayı siz de denemediniz mi, sevgili dostum? 
   
Ama, doğrusunu söylemek gerekirse, kıskançlığımın bana uğur getirmemiş olmasından korkuyorum. Bu çalışma­ya başlar başlamaz, yalnızca gizemli ve parlak örneğimden pek uzak kaldığımı değil yalnız, son derece farklı bir şey (buna bir şey denilebilirse) yaptığımı da anladım. Böyle bir olgu benden başka herkese gurur verirdi kuşkusuz, ama yap­mayı tasarladığını tam tasarladığı gibi yapmayı ozanın en büyük mutluluğu sayan bir kimseyi ancak derinden derine yaralar.

Candan dostunuz,

CB.

* Arsene Houssaye 1862'de La Presse'i yönetmekteydi. 


I
YABANCI 

Söyle, anlaşılmaz adam, kimi seversin en çok, anam mı, babam mı, bacını mı, yoksa kardeşini mi?

"Ne anam, ne de babam var, ne bacım, ne de karde­şim."

"Dostlarını mı?"

"Anlamına bugüne kadar yabancı kaldığım bir söz kullandınız."

 "Yurdunu mu?"

"Hangi enlemdedir, bilmem."

 "Güzelliği mi?"

"Tanrısal ve ölümsüz olsaydı, severdim kuşkusuz."

"Altını mı?"

"Siz Tanrı'ya nasıl kin beslerseniz, ben de ona öylesi­ne kin beslerim."

"Peki, neyi seversin öyleyse sen, olağanüstü yabancı?"

"Bulutları severim... işte şu... şu geçip giden bulutları ... eşsiz bulutları!"


II

YAŞLI KADININ UMUTSUZLUĞU 


Yüzü buruş buruş ihtiyarcık, herkesin eğlendirmeye, gönlünü hoş edip sevgisini kazanmaya çalıştığı bu güzel ço­cuğu görünce, içinin sevinçle dolduğunu duydu; kendisi, yani ihtiyarcık gibi çok zayıf, gene kendisi gibi saçsız ve diş­siz olan bu güzel yaratığı.

Ona gülücükler yapmak, güler yüz göstermek için ya­nına yaklaştı.

Ama çocuk dehşete düşmüştü, çökmüş kadının okşa­yışları altında çırpınıyor, evi çığlıklarla çınlatıyordu.
O zaman iyi ihtiyarcık dur as ız yalnızlığına çekildi, bir köşede ağlıyor, kendi kendine söyleniyordu: - "Ah! bizler, biz zavallı, kocamış dişiler için hoşa gitme, arı yaratıkların hoşuna gitme zamanı bile geçti; sevmek istediğimiz küçük çocukları korkutuyoruz."


III 

SANATÇININ DUASI 

Gün sonları ne kadar içe işleyici güzün! Ah! can yaka­cak kadar işleyici! çünkü öyle tatlı duyular vardır ki dalgala­rı yoğunluklarını önlemez; Sonsuz'un ucundan daha keskin uç da yoktur.

Bakışı göğün, denizin uçsuz bucaksızlığına daldırmak ne büyük zevk! Yalnızlık, sessizlik, göğün eşsiz arılığı! ufuk­ta titreyen, küçüklüğüyle, yapayalnız kalmışlığıyla kendi çaresiz varlığına öykünen bir küçük yelken, dalganın tekdüze türküsü, bütün bu nesneler benimle düşünüyorlar, ya da ben onlarla düşünüyorum (çünkü ben düşlerin enginli­ğinde öyle çabuk yitiyor ki!); düşünüyorlar, diyorum, ama dilbazlığa, karşılaştırmaya, sonuçlamaya başvurmadan ezgimsi bir biçimde, garipsi garipsi düşünüyorlar.

Gene de bu düşünceler, ister benden çıksınlar, ister nesnelerden fırlasınlar, fazlasıyla güçleniyorlar çabucak. Güç, hazda bir huzursuzluk, olumlu bir acı yaratır. Fazla­sıyla gerilmiş sinirlerim tiz ve sızılı titreşimlerden başka bir şey vermiyor artık.

Şimdi de göğün derinliği şaşkına döndürüyor beni, du­ruluğu çileden çıkarıyor. Denizin duygusuzluğu, gözlerimin önündeki görünümün değişmezliği ayaklandırıyor beni ... Ah! hep böyle acı mı çekmeli, yoksa hep kaçmalı mı güzel­den? Doğa, acımak bilmez sihirbaz, her zaman üstün çıkan karşıt, bırak beni! İsteklerimi ve gururumu baştan çıkarmayı bırak artık! Bir düellodur güzeli incelemek, sanatçı dehşet­ten haykırır bu düelloda, sonra da yenik düşer.

 
IV
 
ŞAKACININ BİRİ 
 
Yeni yılın patırtısı sarmıştı her yanı: içinden binlerce araba geçen, oyuncaklarla, şekerlemelerle kıvılcımlar saçan, hırslarla, umutsuzluklarla dolup taşan çamur ve kar karga­şası, bir büyük kentin en güçlü yalnızın bile kafasını allak bullak edecek kadar zorlu sayıklaması.

Bu kargaşalık, bu gürültü patırtı ortasında bir eşek, var hızıyla koşuyordu, eline bir kırbaç almış bir kaba herif canına okumaktaydı.

Eşek tam kaldırımın köşesinden dönecekken, eldiven­li, cilâlı, acımasızca kravatlı, yepyeni giysiler içinde tutuklu bir yakışıklı bey, zavallı hayvanın önünde saygıyla eğildi, şapkasını çıkardı: "Mutlu yıllar dilerim," dedi, sonra da bir kendini beğenmişlik içinde kimbilir hangi arkadaşlara doğru döndü, gönencinin yerinde olduğunu söylesinler istiyordu sanki.

Eşek bu yakışıklı şakacıyı görmedi, görevinin kendisi­ni çağırdığı yere doğru, var gücüyle koşmasını sürdürdü.

Bense bu görkemli budalaya sonsuz bir öfke duydum birden, Fransa'nın bütün ruhunu kendinde yoğunlaştırmış gibi geldi bana.

   
V
 
İKİ KİŞİLİK ODA 
 
Bir düşe benzeyen bir oda, gerçekten ruhsal bir oda, durgun havası hafiften pembeyle maviye kaçan.

Pişmanlık ve arzu ile kokulandırılmış bir tembellikte yunar burda ruh. Alacakaranlığımsı, mavimsi, pembemsi bir şey; bir güneş tutulması sırasında bir haz düşü.

Eşyaların biçimleri uzanık, bitkin, soluk. Eşyalar düşe dalmışlar sanki; uyur-gezer bir yaşam sürüyorlar diyeceği ge­lir insanın, bitkiler, madenler gibi. Kumaşlar dilsiz bir dil konuşuyorlar, çiçekler gibi, gökler gibi, batan güneşler gibi.

Duvarlarda hiçbir sanat pisliği yok. Arı düşle, çözüm­lenmemiş izlenimle karşılaştırılınca, tanımlanmış sanat, olumlu sanat bir küfürdür. Burada, uyumun yeterli aydınlı­ğı, çok güzel karanlığı var her şeyde.

İnce mi ince bir koku yüzüyor bu havada, pek hafif bir ıslaklık karışıyor içine, ruh sıcak ser duyularıyla ığralanı­yor.

Pencerelerin önüne, yatağın önüne muslin yağıyor bol bol, karlı çağlayanlar gibi açılıp seriliyor. Bu yatağın üzerine Sevgili, düşlerin sultanı yatmış. Ama nasıl gelmiş buraya? Kim getirmiş? Hangi sihirli güç yerleştirmiş onu bu düş ve şehvet tahtına? Ne çıkar! İşte burada ya! onu tanıyorum.

İşte alevleri alacakaranlığı delip geçen gözler, o anla­şılmaz ve korkunç gözler, tüyler ürpertici kötülüklerinden biliyorum onları! Kendilerini seyre dalan düşüncesizin bakı­şını çekiyor, egemenliği altına alıyor, yutuyorlar. Onları, me­rakı da, hayranlığı da buyruk altında tutan o kara yıldızları -sık sık incelemişimdir.

Böyle gizemle, sessizlikle, huzurla, hoş kokularla kuşatılmamı hangi iyiliksever cine borçluyum? Ey göksel mutlu­luk! şimdi tanıdığım, dakikası dakikasına, saniyesi saniyesi­ne tadını çıkardığım yüce yaşamla genel olarak yaşam diye ad­landırdığımız şeyin hiçbir ortak yanı yok, en mutlu yayılışın­da bile.

Hayır! dakikalar yok artık, saniyeler yok! Zaman silindi: Durasızlık egemen her şeye, bir hazlar durasızlığı!

Ama korkunç, ağır bir vuruş çınladı kapıda, tıpkı ce­hennemsi düşlerdeki gibi, mideme bir kazma indi sanki.

Sonra bir Hayalet girdi içeri. Bir yasa adamı, yasa adına işkence edecek bana; aşağılık bir kapatma yoksulluğuyla başımı şişirmeye, yaşamının bayağılıklarını yaşamımın acılarına eklemeye gelmiş; ya da gazete müdü­rünün adamı, yazının gerisini isteyecek.

Cennetsi oda, sevgili, düşlerin sultanı, büyük René'nin deyimiyle Sylphide,bütün bu büyü, Hayaletin sert vuruşuyla silindi.

Korkunç! anımsıyorum! anımsıyorum! Evet! bu izbe, bu bitmez sıkıntının otağı, benimkinden başkası değil. İşte, saçma, tozlu, kırık-dökük eşyalar; tükürüklerle kirlenmiş, alevsiz, korsuz şömine; tozlarına yağmur çizgiler çizmiş, hü­zünlü pencereler; yazılar, çizikler içinde, kalemin uğursuz tarihler çiziktirdiği bitmemiş defter!

O bir başka dünya kokusunun, eksiklerden, kusurlar­dan arınmış bir duyarlık içinde beni sarhoş eden kokunun yerini, çok yazık! bilmem hangi mide bulandırıcı kütle ka­rışmış, pis bir tütün kokusu aldı.

Bu dar, ama ağzına kadar tiksintiyle dolmuş dünyada, yalnız bir nesne gülümsüyor bana; Laudanum şişesi; eski ve korkunç bir dost; bütün dostlar gibi, ne yazık! okşayışı da, zalimlikleri de pek çok.

Ya! evet! Zaman yeniden belirdi; Zaman hükümdar, Zaman hüküm sürüyor şimdi, çirkin ihtiyarla birlikte bütün o şeytansı topluluğu geri döndü: Anılar, Pişmanlıklar, İspaz­mozlar, Bunaltılar, Karabasanlar, Öfkeler, Bunalımlar.

 İnanın bana, Saniyeler güçle, görkemle belirdiler şim­di, saatten fışkırdıkça: - "Ben Yaşamım, katlanılmaz, amansız Yaşamım!" diyor her biri.

İnsan yaşamında bir müjde veren, herkeste anlatılmaz bir korku uyandıranmüjdeyi veren bir tek Saniye vardır.

Evet! Zaman hüküm sürüyor; gene başladı zorba yöne­timine. Sanki öküzmüşüm gibi sopasının iğnesiyle itiyor be­ni: - "Deh, deh, be, eşşek! Terle bakalım, tutsak! Yaşa bakalım, cehennemlik!"

Çev: Tahsin Yücel

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen Yorumunuzun anlaşılır ve imla kurallarına uygun olmasına dikkat ediniz.