13 Nisan 2012 Cuma

Aydın olmak ile Malumatfuruşluk arasındaki Fark Tamburi Murat EFENDİ

Malumatfuruşlukla  Aydın olmak arasındaki farkın ne olduğunu anlamak için Murat Bardakçı'ya bakmanız yeterlidir. Aydın Rüzgara karşı atını süren adamdır. Aydın güçlüye zalime diklenebilen fikir üretebilen topluma önderlik edebilen adamdır.
Falanca tamburinin filanca devirde  tamburuna verdiği ismin ne olduğunu bilmek size aydın yapmaz. Bu sizi dedikoducu ve ukala yapar.
Rüzgarın esteği yöne giden, aman bana bir şey olmasın, aman bana tepki gelmesin diye güçlünün yanında olanlar şüphesiz ki korkaklardır..
yalçın küçük'ün kendisi için o tarihçi değil işbortacıdır demişliği vardır. 

bütün numarası tarihe olan yoğun merakı,çalışkanlığı ve güçlü hafızasıdır.elindeki bilgileri yorumlama yeteneğinden,olayların arasındaki bağı oluşturma neden sonuç ilişkisi kurabilmede son derece başarısızdır.sadece var olan kesin bilgileri göstererek sizi yalanlama yoluna gittiği takdirde söyledikleri anlam kazanır.hayatı boyunca hayata belgeler ve kesin bilgiler üzerinden baktığı için beyni tembelleşmiş düşünme fonksiyonlarını tamamen kaybetmiştir. 
sırf bu yüzden güncel olayları yorumlama da sınıfta kalmıştır.örneğin hüsnü mübarek'in mısırda koltuğunu koruma çabaları üzerine "efendim ben demiştim mübarek gitmez ama bizim ülkedeki aydınlar mısırı bilmezler,mübarek öyle devriilecek adam değildir" sözleriyle ekranlarda tek kişilik sov yapmış mübarek'in arkasına bakmadan kaçması üzerine bir kez konu hakkında yorum yapacak cesareti gösterememiştir. 

her konudan anladığını zanneder.fakat örneğin sanat ve felsefe konusunda tamamen çuvallar.soyutlama yeteneği yoktur.estetik zevki kendi sınırları dahilinde oluşturduğu sığ bir alanda var olur. tarih bilmek için hafıza sanattan anlamak için zeka gerektiğinin açık örneğidir.kendisinde hakikaten zeka namına en ufak bir pırıltı olmadığının en açık göstergesi dördüncü sınıf bir kelime oyunu ile bile allak bullak olan beynidir.soyutlama yeteneğinden yoksun ve bu türden kavramları zerre kadar anlamadığı için hayatı boyunca felsefeye bok atmıştır.felsefeyi boş anlamsız ve işi gücü olmayan adamların uğraştığı bir şey zanneder.programında bizzat kendisi sarte'nin varlık ve hiçlik kitabını bir paragraf okuyup anlamayınca da boş iş olarak değerlendirip geçiştirmiştir.wittgenstein gibi bir dahiyi tanımadan bilmeden anlama zahmetinde bulunmadan aşağılayacak kadar zavallı bir insandır. 

sansür konusunda wikipedia yasaklansın diyecek kadar ileri gitmiştir.kendi anlamadığı bilmediği kullanmadığı herşeyin yasaklanmasını veya önemsiz olduğunu söyler.kendisini dünyanın merkezinde sanmaktadır.sözlük yazarlarının bir rumuzun arkasına saklanarak bu yazıları yazdıklarını ortaya çıkmaya cesaret edemeyecekleri gibi tuhaf aptalca yorumları vardır.hayatta sadece hiç bir baltaya sap olamayanların herkesi eleştirdiğini sanar. 

sadece hiç bir baltaya sap olamayanlar bile eleştiri yapıyor olsa bu eleştirilerin bir hak olduğunu düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini düşünemez.herşey ve herkes hakkında peşin hükümlüdür.kendisi tüm bencilliği kendini beğenmişliği ile önüne gelene istediği lafı söylerken ve kimseye hesap vermezken sözlük yazarlarını egoistlikle suçlamakta olması nasıl bir batakta debelendiğini göstermektedir. 

cesur bir adam olarak söylenmeyeni söyleyen biri olarak bilinir.aslında korkağın tekidir.sırf bu yüzden programlarında bir kez olsun güncel siyasete giremez.gözü yemez.bir kez olsun recep tayyip erdoğanı hiç bir konuda eleştiremez.önüne geleni yargılayan kimseyi beğenmeyen bir adam çıkacak ve recep tayyip erdoğan'ı mükemmel olarak bulacak. yerseniz... 

insana saygısı farklı düşüncelere tahammülü olmadığını bizzat kendisi söyler.faşistliğinden gurur duyacak kadar körelmiş megolomaninin esareti altına girmiştir.koyunun olmadığı yerde keçiye abddurahman çelebi dediğimizin açık resmidir.

Nihat genç Murat bardakçı için şunları söylüyor:

Tarihçi Murat Bardakçı gazete köşesinde, bir tek kendisi biliyormuş ağbisi, Hayyam’ın gerçekte böyle bir şiiri yoktur, diyor ve cahillikle suçluyor, Fazıl Say’ı. Aferin Murat Bardakçı’ya, bir kendisi biliyormuş, başka kimse bilmiyormuş. Bilgisi kültürü karşısında afalladım, eski Yunan mitolojisinden tanrıların giysilerine alıcı gözüyle bir daha baktım, hangisinden şimşek renkte elbiseler biçeyim kendisine, şaşırdım, bilmişlik makamına şallı mı yakışır, pelerinli mi?
Ne diyelim, Allah herkese böyle bilgiler ihsan etsin, tu tu maşallah. Şiirle uğraşan 17 yaşındaki çocukların dahi bildiği bir şeyi, nasıl açıklığa kavuşturdu, nazarlar değmesin, tahtalara vurun.
Hayatımda hiçbir zaman ‘tarihçi’ olmadım, Allah da yapmasın. Tarihle ilgim amatörcedir ve amatörlüğümü defalarca satırlarımda beyan ettim. Sıkı bir meraklıyım, mesela Hayyam, Yunus Emre, Sadi, Hafız gibi büyük ustaların Türkçe yazılmış neyi var neyi yok otuz yıldır kitapçılardan toplarım, sadece ben değil, etrafımdaki herkes. Allah bize de Murat Bardakçı bey gibi kitaplarımızı ekranlardan göstere göstere hava atma şansı verir inşallah, gerçi bu kitapların her biri herkesin kolaylıkla uzanabileceği yerlerde bol miktarda bulunur, olsun,  konunun uzmanı olmayanlara karşı Arşimet’in ‘buldum buldum’ demesi gibi ‘benim benim bu kitap sadece benim’ diyebilmek için.

Mesela Hayyam’ı tanıyan herkes Hayyam’ın gerçek beyitleri hangileridir diye ‘ayıklama’ ‘tasnif’ çalışması ve tartışmalarını ve bu konuda yazılmış inceleme kitaplarını da iyi bilir. İlgi alanı olmayanlar ise bu kitapları tanımayabilir ve bolca hataya düşebilir. Bir çok insan pekala Hayyam ya da Yunus şiirlerini karıştırabilir ve bizler önümüze gelen şiirleri gerçekleriyle kıyaslamadan konuşmaz, tek satır yazmayız, buna rağmen işte geçtiğimiz aylarda Can Yücel’in Nazım Hikmet’in şiiriymiş diye bildiğimiz halde acaba mı deyip tereddütte kaldık, kitaplara uzandık.Yazmaya başladığımız ilk günden beri dikkat ve hassasiyetimiz bizleri mahcup etmedi Allah bizi utandırmadı.
Ama sorun başka, Murat Bardakçı bey, ısrarla bir şeyi anlamak istemiyor. Herkes her şeyi ‘bilmek’ zorunda değildir ve zaman zaman herkes yanılabilir hatta tuzağa düşebilir, okuma yazmayı meşguliyet yapmış herkes bilir ki şiirseverlerin yanlışları yanında, şairlerin yalancılığı hafif kalır.
‘Bilmiş’ makamında oturanlar, onun bunun hata’larında kasıt mı yoksa bilmezlik mi var, pekala fark eder.
Bu hatalar’ın ‘puştluğundan’ değil bilgi eksikliğinden kaynaklandığını da iyi bilir.
Bilmişlik makamı, kalem dilinin adabıyla, puştlukla bilgi eksikliğini kasıtla-hata’yı ayırd edebilecek incelikte olmalı ve hakimin kırdığı kalem gibi değil, kararını nezaketin gözleriyle verebilmeli; tam tersine, bilgiyi kırbaç sanıp okuyucusuna sömürge köleleri gibi davranmak aydınlarımızın en üstün hasletlerinden oldu.
Sorun da budur. Yoksa jandarma gibi bir yanlış bulur bulmaz alaylı kahkahalarla kaleme sarılıp infaza çalışmaz. Mürekkep yalamış olmak, okumuş olmanın, bir insanı, hiç değilse bu kadarcık olsun inceltmiş olmasını istemek herkesin ortalama beklentisidir. Muhalif bir aydın olmaktan haz etmiyor ya da tarzı olmayabilir, olsun, kendi ilgi alanı çelebilik ya da münevverlik’in edebine sığıyor mu?
Kendi eserlerine karşı zorbaca davranmayan zaten yazar olamaz. Hepimiz biliriz ki tiksindirici olan şey hataya düşmek değil ahlaksızlıkta inatçı olmaktır.
Bilim adına kabalık, her tür insan evladını hasta eder, çünkü her bilim adamı kendi acemilik günlerini hafızasından asla silmeden konunun uzmanı olmayan geniş kitlelere karşı konuşur, değilse, her yazıya iki karış burun kibirle girip okuyucular değil ‘dangalaklar’ diye söze başlamamız gerekir.
Ayrıca Murat Bardakçı bey, hınzır, alay ve öfkesini habire neden uzmanlık dallarının bu denli çeşitlendiği bilimin bilgi yanlışlarında aradığını da iyi bilir. Alay ve öfkesini neden ‘anlayışsızlık’ ve ‘ahlaksızlıkta’ bir türlü sorgulayamadığını da iyi biliyor. Ama nedense hınzır, ‘ahlaksızlığa’ ‘yobazlığa’ ‘infaza’ karşı pek bir hoşgörülü.
Zalime yasaklayana  karşı esirgeyen koruyan rahman diliyle konuşmayı bir marifet biliyor.Murat Bardakçı, hınzır, zalime karşı konuşamayanların bilimi de ahlağı da bilgisi de beş para etmez bilmez mi?
Onlarca yıl oldu bi bismillah infazlara sansüre yobazlar’a zalime karşı tek bir cümlesini henüz görmedik. Yoksa çok mu göklere yükseldi, yıldızlara, yıldızların arkasındaki güneşlere mi erdi. Olabilir, bir tarihçi olarak dünyalar’ı aşabilir, ancak biz daha kendi yüreğimizi aşamadık, Fazıl Saylar yüreklerini aşamadıkları çözemedikleri yürekleri kendilerine dert olduğu için eser sahibi oldular.
Çocuk değiliz, metinleri okur okumaz böyle yaygın üretilmiş şiirler olduğunu fark ettik, mesela bugünlerde Can Yücel’e Nazım Hikmet’e dair böyle nice yanlış alıntılar yapılmıştır,  üstüne basarak söylüyorum, yandaşların çullanma sebebi, bu beyitlerin bir büyük şaire atfedilmeden Fazıl Say’ın dine kasıtla hakaret olsun diye uydurduğu satırlar olduğu saldırısıdır ve Fazıl Say’ı imha girişimidir ve Fazıl Say, eser sahibi bir insandır.
Eser sahibi insanlara halkımız uykulu umarsız bakabilir ama eserden konuşanlar neden pembe topuğunda bir açık kollar, Reşat Ekrem Koçu’nun betimlemelerinden bir alışkanlık mıdır, yoksa kime karşı kıskançlık kimi ‘gıpta’ ediyoruz yüksek egolarımızdan hala bilemiyor ellerimiz ayaklarımız birbirine mi dolaşıyor.
Anlamamış olmanız mümkündür tekrar ediyorum, saldırıların hepsi Hayyam’dan üretilmiş satırlar olduğunu tek satır ima dahi etmedi, çünkü onlar da bilmiyordu, anlamadıysanız yine tekrar edelim, burada yapacağımız ilk şey Hayyam şiirleri üzerine bir inceleme değil, saldırılar’ın niyetini bildiğimiz için infaza çalışanlara karşı durmaktır, Zerdüşt Böyle Buyurdu havasında konuşuyorsunuz, Zerdüşt’ün, yılanın boğazına girdiği çoban hikayesini bilmez misiniz?
Bizim boğazımıza yılan girdi ve siz yılanla değil çobanla alay ediyorsunuz? Bilmez misiniz eser sahiplerinin düşmanı ‘zincirlerdir’. Zincirler ellerinde, yetmiş medya asıp kesenleri hala tanımıyor musunuz?
Yoksa erdemlerinizi diyet verip kanalınızı bir şekilde kurtarmış olmanın bahtiyarlığı, size, insanlık ve memleketimiz için kafi mi geliyor?
Murat Bardakçı bey, sizler de pekala kasıt mı hata mı olduğunu gayet iyi biliyorsunuz ama çok eskiden klasik batı müziğiyle bir hesaplaşmanız olduğu için, hiç anlayış göstermeden, fırsat bu fırsat deyip çullanmışsınız. Çullanmışsınız kaba oldu, ağanın da elini tutulmuyor mu diyelim, yoksa  yüceliğinize akıl sır ermiyor sultanım mı diyelim.
Bir yazar olarak sizler de bu hatalara konunun uzmanı olmayanların kolaylıkla düşebileceğini bildiğiniz halde, tarafınızı yandaş yobaz kesimin infaz girişiminden yana kullandınız, aferin böyle olun, işte sağcı hükümetlerin okumuş insanı olmak tam da buna derler.
Yoksa uzmanı olmayanların hatasını yakalamak size daha mı ‘yağlı börekli’ geliyor.
Kabul edersiniz ki şahsi garezi kini intikamı olanların ‘bilmişlik’ makamına soyunması kontrol edemediği öfkesiyle kendini rezil eder, bilimi de mahalle dalaşına çevirir ve itibarınızı da hakikat’ten düşürür. Bu sözlerin sizde karşılığı yok onu da biliyorum, ne yapalım, bu sözlerin uğruna hayatları hapislerde mahvolan şimdi zindanlarda işkence çekenlerin tükürüklerine çok da uzaksınız, Allah koruyor işte, ne diyelim.
Mesela bizler de TV’de yıllarca sabahlara kadar yaptığınız tarih odası sohbetlerinde ne büyük bilgi yanlışlarına bilim facialarına şahit olduk, ama geniş kitleler bir şekilde bir tarih sohbetine katılıyor, sohbetin genel amacı ‘iyilik’tir, yani  genel olarak faydalıdır düşüncesiyle içimize atıp, sessiz kalmayı ‘adap’tan boşuna mı saydık.
Konuşa konuşa bir gün hakikat nasılsa ortaya çıkar düşüncemiz boş bir kuruntuymuş, şimdi fark ediyorum ki ‘sert yastıklarda’ bir gün olsun yatmamış insanların kulakları da yaşlanmadan sağırlaşır, hem bilime hem insanlığa.
Bazen bazı yerlerde, bilim adamları-eser sahipleri bilerek seslerini kısar ve bizler niçin kıstıklarını anlarız, üstelik bilgi’den konuşan bir insanın Seda Sayan’ın 16. kocası gibi kasım kasım kasılmasının kime faydası var, şu anlamı var, yobazlar’a karnaval fişeği, buldum yanlışlarını çekin manşetlere, yani yobazlıktan kavrulan Orta-Doğu’ya yobaz ihracatına yarar.
 Kendi adıma söylüyorum, TV’deki tarih sohbetlerinde bir çok affedilmez yanlışlarınıza şahit olduğumda, deliler kimseye bağımlı olmadan ve zarar vermeden tek başına hareket edebilen insanlardır, deyip sustum, yanlış mı yapmışım, ertesi gün katran dolu kara kazanlarla hücuma mı geçmeliymişim.
Mesela Mevlana üzerine söyledikleriniz bilim açısından hazmedilecek gibi değil. Ekrandan kalkıp Mevlana Farisi’dir diye bağırıyorsunuz, tıpkı Zerdüşt gibi, her iyi insan Farisi olmak zorundadır der gibi.
Farsi ne demek, İranlı ne demek, Selçuklu kimlerden oluşur? Resmi dili nedir?
Gayet iyi anladım ki, 11, 12, 13. yüzyıllar üzerine bilgileriniz çok sığ, bunları suçlamak değil tıpkı sizin Fazıl Say’a yaptığınız gibi, daha da ötesi, mesela Mevlana bahsinde gayet iyi anladım ki sabahlara kadar bilim değil maymun kafesi gibi cırlayıp duruyorsunuz (örneklerimiz boldur) ağzımızı açıp da bir şey mi dedik?
Selçuklu’nun hangi sosyal kesimleri hangi dili kullanır? Selçuklu coğrafyasının çeşitliliği nedir, medreselerinde hangi diller okutulur, resmi yazışmalarında hangi dil… uzmanı olunmayan konuda vahim yanlışlara Mamak Çöplüğünün çöplerinden çok düşmüş insanlar daha dikkatli olmalı,  intikam için yola çıkanlar ‘kurbanlığın’ riskini göze alabilmeli.
 Velhasıl bilgiyle yıkananlar, yasaklama, imha etme, yok etme, yakma,, sansüre karşı sessiz kalırlarsa köktenci bir eser düşmanı, bilim katili haline gelirler ve nihayet bir açığını yakaladım heyecanlarının kurbanı olup:
Bugün destek verdiğiniz imhacıların ucu Madımaklar’a uzanan infazcı jandarmaları haline gelir, nice tarihlerin karanlık odalarında olduğu gibi, unutmadan, İran’a gittiğimde bir üniversite rektörü evinde önce Hayyam’dan şiirler okudu, sonra kulağıma gizlice (ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum) ülkesinde Hayyam’ın yasak olduğunu söyledi.

--------------------------------------
Murat Bardakçı, önceki gece"Tarihin Arka Odası"programında "felsefe"nin gereksiz olduğunu iddia etti. Felsefenin işe yaramayan bir entel uğraşı olduğunu söyleyen Bardakçı, Osmanlı Padişahları'nın felsefe ile ilgileri olmadığını söylerek onları övdü.
Bardakçı'nın sözleri bu yazıyı gerekli kıldı...
Herkesin felsefesi
Lise yıllarının felsefe bilgisi dünyayı kavaramamıza yetmiyordu.
Kafamıza zorla sokulmaya çalışılan idealist felsefecilerin“dinsel” öğretilere açtığı dikenli yoldan ilerlemek ve onları anlamaya çalışmak çok zordu.
Platon’un, ikisi siyah ikisi beyaz atın çektiği arabanın nereye gittiğini öğrendiğimde herhalde otuz yaşlarımı çoktan geçmiştim.
İlkçağ diyalektik felsefecileri ile ise nedense çok daha sonra tanışabildik. Karşıtların birliği ilkesini “aşağı olmadan yukarıyı nasıl tanımlayabileceğimi” biri sorduğunda ancak anlayabildim.
Felsefe uzun yıllar üzerinde çok da durulması gerekmeyen “yaşamı kavrama” biçimi olarak bir kenarda durdu.
Hemen herkes için de bu böyleydi.
Aklın ne olduğu konusunda binlerce yıldır “akıl” yoran insanoğlunun bir arpa boyu yol bile ilerlemediği bize “gösterildikçe”, Humphrey Bogart felsefesi en kolayımıza geliyordu: “Hızlı yaşa genç öl, cesedin yakışıklı kalsın”.
Ama felsefenin gereksizliğini söyleyene rastlamadım. Hemen herkesin yaşamı bir şekilde algılama biçimi vardı ve bunu da “kendi felsefesi” olarak öne sürüyordu.
Uyduruk da olsa, kulaktan dolma da olsa, herkesin kendine göre bir felsefesi vardı elbette.
Bir de bunun “bilimsel” olan tarafı vardı ki, işte o noktada sıradan bilgiler, kulaktan dolma laflar ya da ucuz yakıştırmalar asla işe yaramıyordu.
Burada hemen ana konuya girmekte yarar var. Uzattıkça karmaşıklaşan bir konunun tam ortasındayız çünkü. Louis Althusser’in sorduğu soruyla başlayalım: “Acaba felsefe, felsefe içinde belirli bir tavır almadan tanımlanamaz mı?”
Zor olana gereksiz damgası yapıştırma alışkanlığı
Bu soruyu sorup da cevabını aramaya kaltığınız andan itibaren, “Felsefe gereksizdir,” diyemezsiniz. Dediğiniz anda, disiplinler arası olmayan ama disiplinler arasının bir adım önünde gitmeyi göze almış bir kuramsal yapıyı da reddetmiş olursunuz.
Daha farklı biçimde açıklamaya çalışayım: Filozoflar, yani felsefe üreticileri, asla yanlış yaptıklarına inanmazlar ve asla düşüncelerinin yanlışlığını kabul etmezler.
Tersini kanıtlamak veya karşıt bir felsefe oluşturmak için, o felsefi düşüncenin yokluğunu kabul etmek yeterli olmaz. Mutlaka yeni bir felsefi görüş ile bu düşüncenin karşısına çıkmak zorundasınızdır.
Einstein’in şu düşünceleri bunu en iyi biçimde anlatır: Eğer bilim sizi bir yerin sınırına getirir de bırakırsa, işte o zaman sezgilerinizi kullanın.
Yani bilimsel bilginin “sınırlarını” aşamadığınız yerde, düşünce üretin demektir bu. Bir başka deyişle, felsefeye başvurun.

Yine başka bir konudan girerek, bu felsefe denilen menem (?) şeyin neden gereksiz olarak algılandığının yanlışlığı üzerinde duralım. Zor olan şeyler, gereksiz olarak nitelendirilmiştir hep. Pul kolleksiyonculuğu zevklidir ve kolaydır da, ama neden pul biriktirmek ihtiyacı duyduğunuzu maddi nedenler dışında açıklamaya kalktığınızda çuvallarsınız.
Bir zaman gelecek, para edecektir düşüncesiyle yapıldığını açıklamaya kalktığınız anda, kendinize bile yalan söylediğinizi fark edeceksinizdir.
Nitekim, bugün artık adı bile anılmayan “filatelistlerin” yıllarca biriktirdikleri pulları alıcı olmamasına rağmen satmaya asla yanaşmamalarının nedenini kendileri de bilmezler, ama sorunun temelinde hep yatan bir “düşünce” sistemi olduğunu kabul etmek zorundadırlar.
İş bu noktaya geldiğinde işte, bilerek veya bilmeyerek insanlar bir düşünce sistemine dayanırlar. Akıl buna zorlar. Mantıklı veya mantıksız bir neden ileri sürerler. Biz bunun genel anlatımına işte felsefe adını veriyoruz.

Gereksiz olanmış gibi görünen kavramlar zinciri.

Tıpkı uranyum 235’in içinde, tetiklendiğinde ortaya çıkan enerjinin oluşturduğu zincirleme reaksiyonun tetiklenmesi gibi.
Tıpki Einstein’in, uzaydaki her cismin uzayı eğdiğini, elinde hiçbir kanıt olmadan öne sürmesi gibi. Yani uzay bir boşluk değil, bir maddedir kuramını ortaya atması gibi...
Aklın felsefi yolculuğu
Başka bir yoldan gidelim şimdi de, insanın hep batıya giderek geçmişi yakalayabileceği düşüncesi, akıl ile dünyayı kavramaya çalışmanın ilkel bir çabasıdır. Madem ki güneşin batışına doğru gittiğimizde “zaman” kazanıyor ve ulaşacağımız yere birkaç saat önce varıyoruz, o halde devam edersek yine birkaç saat kazanmamız gerekir. Böylece de, bir süre sonra gün, daha sonra birkaç gün ve giderek haftalar kazanabiliriz.
Düz mantık, bir başka deyişle düz akıl bunu böyle düşünmekte haklıdır. Ama olmadığını da biliyordur. O halde neden?
İnsan beyni düşünmeye başlar başlamaz hemen bu düşünceyi neye borçlu olduğunu araştırmaya başladı. Sonuçta da, aklın binlerce yıllık serüveni başladı. Akıl, dış dünyayı kavramaktan tutun da, içsel hesaplaşmalara kadar her yerde birinci adım oldu. Ancak, yine de aklın bir çözümlenmesi, tarifi gerekiyordu. Bir yığın da tarifi yapıldı, ama insanlık hala aklın peşinden sürüklenip gidiyor.
İnsanoğlu kendini hep akıldan soyutlamış ve bu kavramın kendi dışında da olabileceği, kendinden bağımsız çalıştığı düşüncesine saplanıp kalmıştır; Tanrıların doğuşunun temelinde de bu yatar. Bedenine egemen olamayan bir güç olarak hep insanlığı korkutmuştur. Dünyayı kavramayı gerektiren tüm faktörler, bir beyin kalkanı görevi üstlenmiş olan akıl ile karşılaştığında tüm öznelliklerini yitirirler. Nitekim, dünyayı kavrayışlardaki temel farklılıklar da bu kalkanların dış dünya ile olan ilgisiyle doğru orantılıdır.

Bilgi edinilir ve bu bir şekilde yoğrularak yeniden dışa vurulur. Bu işlem sırasında bilginin kullandığın en önemli malzeme akıldır. Akıl, kendisine sunulan bilgileri yorumlayan insan beyninin bir çeşit süzgeci vazifesini görür. Toplumsal baskılar, söylenemeyecek gizler, inançlar, inançsızlıklar ve benzeri tüm toplumdan uzak tutulmaya çalışılan düşünce ve eylemler aklın acımasız süzgecinden geçtikten sonra dışa vururlar.

İngiliz aydınlanmacısı John Locke, aklın insan yaşamının her alanında kılavuz olması gerektiğini söyler, ama ondan etkilenen İrlandalı George Berkeley, Locke’un öğretisinin dış dünyayı kavramada ve dış dünya ile ilgili bilgilendirmede eksiklikleri olduğunu savunmuştur. Bu, Berkeley’in “akıl”dan anladığı “mistik” bir yaklaşımdır. Aynı Locke, Karl Marks için de aydınlatıcı olmuştur. Bu, sunulan bilginin akıl yoluyla uğradığı değişikliğe bir örnektir ve düşünce tarihi bu ve benzeri akıl yürütmelerle günümüze kadar gelmiştir. Gideceği yol da oldukça uzun ve karmaşıktır.
Felsefenin bilime öncülüğü
Gereksiz görülen felsefenin öncülüğü bu uzun ve karmaşık yolun aşılmasında zorunludur. Althusser’in yargısı gibi, felsefeciler önden koşarak “kafasını yaran” ama koşmaya devam eden düşünce adamlarıdır.
Bilim ise onun arkasından, açtığı yollardan birinden giden “kafasını yarmadan” yürüyenlerin yoludur.
Aklın kendi kendini çözebilmesi, düşüncenin, bir anlamda felsefenin tek başına altından kalkabileceği bir sorun değildir. Böyle olunca da, felsefenin “gereksizliği” de gündeme getirilebilir kuşkusuz.
Ancak işin o kadar da basit olmadığı ortada. Akıl, kendi kendini çözdüğü anda potasyum taneciğinin suya düşmesiyle patlaması gibi, yok olup gidecektir. Bu yok oluşun sonuçları ise, Kant’ın “aklın sınırları”nı aşması anlamına gelir. Fiziki ve felsefi olarak şimdilik buna olanak yoktur. Varsa bile, bu şimdilik bizim, yani normal akıl yürütebilenlerin, henüz tanımadığı bir başka boyuttur.

Elli ikilik bir oyun kâğıdı destesine, papazlardan sonra bir kâğıt daha eklendiğinde, daha önce kuralları belirlenmiş olan tüm oyunlar tamamen başka bir oyuna dönüşecektir. Sözü edilen “boyut” da bu tür bir değişimdir işte. Artık ne oyunun kuralları aynıdır ne de papaz ikinci büyük kâğıttır. Artık burada başka bir akıl yürütme söz konusudur. Koşulların değişikliğine ayak uydurmak için hızla öğrenme ve bilgilenme sürecine giren beyin, akıl süzgecine somut bilgileri iletirken, akıl bunların tümünün somut biçimde dışarıya taşmasını engelleyecektir. Bunun asıl nedeni, aklın dış dünya ile iç dünya arasındaki dengeyi sağlayarak sağlığını korumaya çalışmasıdır.

Bütün bunlara karşın, özellikle gelişmemiş toplumlarda akıl, denetlenebilir ve yönlendirilebilir konumdadır. Aklın en büyük düşmanı olan “ikna”mekanizması bu tür toplumlarda son derece sistemli çalışarak, işi tek tip düşünce yaratmaya kadar vardırır. Düşünceyi üreten beyin ne kadar zorlarsa zorlasın, aklın giderek kalınlaşan ve dış dünyaya uyum sağlayan kalkanlarını aşmayı başaramaz. İç dünyasında bir yığın çelişki yaşasa da insanlar, bunu dışa vurmaya cesaret edemez hale gelirler. Bu teslimiyetçilik de güdülebilir bir akıl ordusu yaratacaktır. Artık insanlar, inansa da inanmasa da bazı kuralları akıllarıyla kavrayıp uygulamaya koyacaktır. Bir tek kendi kendine kaldığı zaman yaptığının “akla uygun olmadığını” savunabilir. Bu da onları bir çeşit deliliğe, hırçınlığa, endişeye ve korkuya sürükler. Yine de bunu baskı altına almak ve onunla yaşamak zorundadır.

Örneğin, renkler konusunda insanoğlunun görüş birliğine vardığı nesnelerde yanılgı payı yok denecek kadar azdır. Domates, herkes için karar verilmiş bir renk tanımlar: Kırmızı. Bu, insanlara domatesin kırmızı olduğu fikrini alıştırmaktır. Herkes domates gördüğünde ortak bir tavırla“kırmızı” diyecektir, ancak onu diğer insanlar gibi görüp görmediğini asla kanıtlayamayacaktır. Domates rengine benzeyen her şey de kırmızıdır artık. Gökyüzünün mavi olarak algılanması gibi.

Bu gibi durumlarda ortaya A insanı ile B insanının dünyayı nasıl kavradığı sorusu gündeme gelmektedir. Renk körlerinin bazı renkleri “pas” geçmesi, algılayamaması ve diyelim ki normal nitelenen A kümesi insanlardan farklı görmesi “ortak” görme kuramını yerle bir etmektedir. B kümesinden olan ve renkleri A kümesinden daha farklı algılayan bir kitlenin dünyayı da farklı algıladığını kabul etmek gerekmektedir. Bu durumda, aklın ortak bir tavırla dünyayı algıladığı varsayımı kendiliğinden ortadan kalkmaktadır.
Bir tenis topunu avucuna alan kişinin bunun yuvarlaklığı hakkında kesin yargıya varması doğaldır. Bu yöntemle A veya B kümesindeki insanlardan hiçbiri tenis topu için “küp” şeklinde diyemez.
Ancak topun rengi söz konusu olduğunda, A ve B kümesi arasında bir uyum sorunu olduğu ortaya çıkacaktır.
Tenis topunun yuvarlaklığını eliyle test edip de hala buna “küp” diyenlere de C kümesi insanlar dersek, toplum bu tür insanları, psikiyatrinin “delilere” verdiği genel adla “şizofren” damgası yiyecektir. Bu tür insanların hemen topluma kazandırılması, “kendilerine benzetilmesi” harekâtı başlayacaktır.
Oysa, C kümesine dahil ettiğimiz insanlar, yaşamı değişik bir akıl yürütme ile kavradıklarından, kendi dünyaları içerisinde büyük bir ihtimalle “mutlu” bir yaşam sürmektedir. Onların mutsuzluğuna karar veren A ve B kümesi insanlar, kendi gruplarına çekmek için hemen bir “tedavi” yöntemine başvururlar.
Felsefe gereksizdir demek akıldışıdır
Aklın, toplumsal baskılar nedeniyle kafatası içerisine hapsedilmesi ve önüne konan engellerle özgür kalmasının önlenmesi, davranış bilimi açısından da korkutucu sonuçlara gebedir. Yılan fobisi olan bir kişinin alıştıra alıştıra yılan ile temasının sağlanması ve bu fobisinin ortadan kaldırılması sağlandığında, bilinçaltı ekolüne sıkı sıkıya bağlı bilim adamları kaldırılan bu “fobi”nin yerine başka bir fobinin patlak vereceğini savunmuşlardı. Onlara göre yılan fobisini ortadan kaldırmak, nedeni ortadan kaldırmıyordu. Asıl sorun, bu fobinin nedenini bulmaktı. Sonuçta ortak bir nokta bulundu ve yalnızca bilinçaltı sorgulaması ortadan kalktı, sorunların yok olması için ilaç ile destek de gündeme geldi. Ancak sorun yine de çözülemedi.
Aklın bu karmakarışık yolculuğu içerisinde filizlenen düşüncelerin, her zaman somut dünya bilgileriyle çakışmadığı da görülmüştür. 
Açıkça konuşmak gerekirse, bu iş “Ümraniye” soruşturması nedeniyle içeride tutuklu bulunan sanıkların, suçsuz olduklarını kanıtlamalarını istemelerine benzemektedir.
Akıl dışıdır “felsefe gereksiz” demek.

Gerekliliğini kanıtlamak için, tek bir yanıt vardır aslında: “Gereklidir!”Diğeri, uzun ve meşakkatli bir uğraş gerektirir. Gerekliliğini kanıtlamak için örnekler vermek, ayrıca verilen örneklerin de kolaylıkla çürütülebileceğini de düşünerek, uzun bir uğraşa girmek zorunda kalırsınız. Felsefe denilen disiplinin içinde kendinizi bir anda kaybedip, yanıt vereceğim ve gerekliliğini kanıtlayacağım derken, kendinizle bile çelişkiye düşebilirsiniz. Öylesine zor ve tehlikeli bir yolculuktur felsefe treninde yolculuk etmek.
Akıl ile bağlantısını bir an için bile kestiğinizde, kendinizi deli gömleği içinde bile bulabilirsiniz.
Eh, bu uğraşla baş edemiyorsanız eğer, “gereksiz” olduğunu söyler geçersiniz.
Ama anlaması zor olan, soyut bir sanat dalı olan “müzik” ile uğraşan birinin, felsefeyi gereksiz görmesini düşünmek daha da zorlaşmaktadır.

Bu arada, Reichenbach diye bir adam çıkmış, İstanbul Üniversitesi’nde aralarında Nusret Hızır’ın da bulunduğu öğrenciler yetiştirmiş ve felsefede bir çığır açmış bilim adamını yok sayıp da, buna rağmen felsefe düşmanlığı yapmak az insanın başaracağı bir “cüretkarlıktır”.
Einstein’in görelilik kuramının ve kuantum mekaniğinin felsefe üzerindeki etkilerini değerlendirme cesaretini gösteren Reichenbach, bir zamanlar Kant’ın, Newton mekaniğini felsefeye uyarlamasını kendine örnek almış bir filizoftur.

Kendinden önceki tüm idealist felsefeleri reddetmesine rağmen, onların bilgi birikimleri üzerinden çapraz olarak yürüyerek bilimsel felsefe yolunu açmıştır.
Bir an için herşeyi kenara bırakıp, yalnızca Einstein ve Reichenbach birlikteliğine, daha önce de Newton ile Kant birlikteliğine şöyle bir göz gezdirmek bile, felsefe ile deneysel bilim arasındaki kopmaz bağların gücünü göstermeye yetecek hatta artacaktır.
Bir başka yazıda, bu dörtlünün enteresan ve akıl almaz birlikteliğini ele almak umuduyla, burada kesmenin yararlı olduğu düşüncesindeyim.
Aslında yazının bundan sonraki bölümünde uzun bir Reichenbach analizi ve Einstein ile olan “bilimsel” bağlantıları ele alınmış ve Mehmet Altan ve Yiğit Bulut gibi “ekonomi” uzmanlarının sık sık diline doladığı“kuantum”un aslında bildiğimiz ve yaşadığımız “mega” dünyaya uymadığını anlatmaktı niyetim.

Ama açıkçası, Murat Bardakçı’ya bile yeterince yanıt veremediğim düşüncesine kapıldım.
Osmanlı padişahlarının felsefe bilmezliğinin bir “övgü” gibi aktarılmasına da şaşırmış durumdayım. Kaldı ki, öyle olmadığını genel “insan” çizgileri içinde aktarmaya çalıştım.
Dedim ya, uzattım.
Okurlardan, kendilerini sıktıysam özür dilerim, ama zorunlu bir yazıydı...
Mümtaz İDİL
Odatv.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen Yorumunuzun anlaşılır ve imla kurallarına uygun olmasına dikkat ediniz.