II. Abdülhamit'in padişah olması Saltanatının üçüncü ayı dolarken sağlığı bozulan V. Murat'ın yerine, II. Abdülhamit 31 Ağustos 1876'da tahta çıkarılır. II. Abdülhamit, tahta çıkışının dördüncü ayında, basından hoşnutsuzluğunu göstermiş; 6 Aralık 1876'da sadrazam Mithat Paşa'ya bir mektup yollayarak 'basının başıboşluğuna' son verilmesini istemiştir.
II. Abdülhamit'in tahta çıkmasından yedi ay sonra, Mithat Paşa başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanan yeni basın yasası, Meclis'te görüşmeye açılır. Kimi yenilikler getiren yasa tarışılırken milletvekillerinin basın özgürlüğüne verdikleri değeri gösteren ilginç sözler edilir:
- Matbuat serbest olmalı. Matbuat nerede serbest ise orada ilerleme olur. Bu tasarıyı görenler ceza yasası zannettiler. Amerika'nın bu kadar ileriye gidişine herkes şaşıyor. Bilmiyorlar ki iki Amerikalı bir yerde bulunursa, yanlarında bir matbaa, bir de gazete bulunur. (Vasilaki Efendi)
- Matbuat kanun dairesinde serbesttir denildikten sonra, matbuatı zincirle bağlarsak hürriyet kalır mı? (Hüdaverdi Efendi)
- Silah tehlikelidir ama hangi memlekette silah satılması yasak edilmiştir? Herkes silah alır ama adam öldürürse devlet onu alır ve cezasını verir. (Hüdaverdi Efendi)
- Gelecek yıl inşallah matbaaları köylere dek yayacağız. (Yusuf Ziya Bey)
- Londra, Berlin, Paris'te.. mizah gazeteleri vardır. Bunlar nükteli şeyler yazarak halkı terbiye ederler. (Hüdaverdi Efendi)
- Mizah gazetelerinde hiç değilse elifba öğrenilir. (Hasan Fehmi Efendi)
Son iki örnekten de anlaşılacağı gibi, mizah gazete ve dergilerinin yayımını kısıtlayan hükümler vardır tasarıda. Bu kısıtlamalarla, gazete çıkarılması için ruhsat zorunluluğu getiren madde çıkarılarak tasarı kabul edilir. Ancak II. Abdülhamit yasayı onaylayıp yürürlüğe sokmayı kabul etmez.
'93 Harbi' ve sıkıyönetim
19 Mart 1877'de çalışmaya başlayan ilk Osmanlı Meclis-i Mebusanı'ının, açılmasından yedi ay sonra patlak veren Rus savaşı (1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı, '93 Harbi' olarak anılır) yüzünden, 20 Eylül 1877'de sıkıyönetim ilan edilir.
18 Şubat 1878'de de meclis, birinci çalışma yılını tamamlayamadan kapatılır. Böylelikle anayasa rafa kalkar. Meclis'in kapatılma gerekçeleri ilgi çekicidir: Halk parlamentolu hayata henüz hazır değil. Anayasa şeriata uygun değil. Böylelikle Meşrutiyet dönemi biter ve 'istibdat' dönemi başlar.
1908'e değin sürecek olan 30 yıllık dönem, düşünceleri açıklama özgürlüğü açısından
'korkunç' bir dönemdir. Ünlü gazeteci Hüseyin Cahit şunları anlatır:
"Türk basınının Abdülhamit zamanıyla ilgili tarihi yazılırken sansür bölümünün önemli bir yer alması gerekir. Bugünkü gençlik ve Abdülhamit zamanına yetişip de gazetecilik yaşamına yaklaşmamış kişilerin, bu sansürün dehşeti ve aynı zamanda budalalığı, işkilliği üzerine doğru düşünce edinebilmeleri olanaksız. Bunu belgeler üzerinde görmedikçe insan inanamaz." (Hüseyin Cahit YALÇIN, Edebiyat Anıları, İstanbul 1975, s.105)
Bu dönemde sansür öyle dallanıp budaklanmıştır ki, konuya sadece herhangi bir yanından değinen pek çok inceleme ve araştırma yayımlanmıştır. Araştırmacılar, konuyu ana başlıklarıyla ele alabilmek için bir sınıflandırma yapmak gereği duyacaktır. Bu yönteme uyarak, sansür türlerini şöyle sıralayabiliriz: 1) Basımı yapılacak her tür yayının öndenetimi, 2) Yasaklanan sözler, 3) Gazetelerin kapatılması, 4) Kitapların yakılması, 5) Gazetecilere çıkar sağlanması, jurnalciliğin özendirilmesi, 6) Yabancı basının satın alınması, 7) Yabancı ülkelerle haberleşmenin engellenmesi.
İlk gazeteciler grevi
Türk basınındaki ilk grevin II. Abdülhamit dönemine denk gelmesi de ilginçtir.
1901'de II. Abdülhamit'in tahta çıkışının 25. yılı nedeniyle gazetelere yapıştırılan iki kuruşluk pulun kaldırılması ve bu gelir artışından hak almak isteyen gazetecilerin topluca işi bırakmaları, Türk basın tarihinin ilk grevini ortaya çıkarmıştır.
Pul yapıştırma zorunluluğundan en çok İkdam'ın sahibi Ahmet Cevdet ile Sabah'ın sahibi Mihran Efendi yararlanır. Aralarında büyük çekişme bulunan bu iki kişi, gelirden çalışanlara pay vermemek için şaşılacak bir kolaylık ve kesinlikle anlaşabilmişlerdir.
Bunun üzerine, her iki gazetenin çalışanları
'grev' yapma kararı verir. Yalnız işi bırakmakla kalmayıp bir de gazete çıkaracaklardır. Bunun için yarı batmış haldeki Saadet gazetesi kiralanır. 25 lira sermayeyle Saadet'i çıkarmak için kolları sıvanır. Çabalara rağmen grev başarısız olur. Eylemin başarılı olması için gerekli koşulların en azı bile yoktur. Grev, yasalarda yer almış değildir. Üstelik işin içine 'grev kırıcılar' da girmiştir. Halkın grevden haberi bile olmamıştır. Hüseyin Cahit şöyle anlatıyor:
"Hep birden grev yapıp Saadet'i çıkarmamız ne İkdam'ı sarstı, ne de Sabah'ı. Basın piyasasının kalburüstü en işgüzar yazarları Saadet gazetesini bir türlü yürütemiyordu. Sansür müthiş bir silindir olmuştu. Hiçbir yazarın benliğini göstermesine, hiçbir gazetenin başka türlü olmasına imkân yoktu. Nasıl olup da bizlerin böyle bir çeşit isyan şeklinde kendi başımıza bir gazete çıkarmamıza müsaade ettiklerine şimdi şaşıyorum..." (Edebiyat Anıları, s.113)
Tiyatro da payını aldı
Sansürle ilgili birçok şiiri olan Eşref'in şu dörtlüğü o dönemi iyi anlatır: Hem sözü hem fikri nasın kontrol altındadır/Kimseler Türkiye'de bu hale mani olmuyor/Eskiden derlerdi ki, gümrük alınmaz laftan/Şimdi sansür, yüzde yüz sansürle kaani olmuyor.
Bu dönemde, sansürün ezici baskısından kendini kurtaramayan kurumlardan biri de tiyatrodur. Namık Kemal'in 'Vatan Yahut Silistre' oyununun büyük ilgi görmesi üzerine, tiyatro da sansür kapsamına alınır. Ardından hiç bir oyun, İstanbul'da Matbuat
İderesi ile vilayetlerde Maarif Müdürlüklerinden izin almadan sahnelenemez.
Dönemle ilgili Niyazi Berkes şöyle diyor:
"Türk toplumu Batı uygarlığının şahmerdanı altında teneke haline getirildi; toplumsal düşün hayatını kuruttu; Batıcılığı da, Osmanlıcılığı da, İslamcılığı da dejenere ederek üçünün de iflasını meydana çıkardı." (Türk Düşününde... s.221)
***
II. Abdülhamit'in tahta çıkmasından yedi ay sonra, Mithat Paşa başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanan yeni basın yasası, Meclis'te görüşmeye açılır. Kimi yenilikler getiren yasa tarışılırken milletvekillerinin basın özgürlüğüne verdikleri değeri gösteren ilginç sözler edilir:
- Matbuat serbest olmalı. Matbuat nerede serbest ise orada ilerleme olur. Bu tasarıyı görenler ceza yasası zannettiler. Amerika'nın bu kadar ileriye gidişine herkes şaşıyor. Bilmiyorlar ki iki Amerikalı bir yerde bulunursa, yanlarında bir matbaa, bir de gazete bulunur. (Vasilaki Efendi)
- Matbuat kanun dairesinde serbesttir denildikten sonra, matbuatı zincirle bağlarsak hürriyet kalır mı? (Hüdaverdi Efendi)
- Silah tehlikelidir ama hangi memlekette silah satılması yasak edilmiştir? Herkes silah alır ama adam öldürürse devlet onu alır ve cezasını verir. (Hüdaverdi Efendi)
- Gelecek yıl inşallah matbaaları köylere dek yayacağız. (Yusuf Ziya Bey)
- Londra, Berlin, Paris'te.. mizah gazeteleri vardır. Bunlar nükteli şeyler yazarak halkı terbiye ederler. (Hüdaverdi Efendi)
- Mizah gazetelerinde hiç değilse elifba öğrenilir. (Hasan Fehmi Efendi)
Son iki örnekten de anlaşılacağı gibi, mizah gazete ve dergilerinin yayımını kısıtlayan hükümler vardır tasarıda. Bu kısıtlamalarla, gazete çıkarılması için ruhsat zorunluluğu getiren madde çıkarılarak tasarı kabul edilir. Ancak II. Abdülhamit yasayı onaylayıp yürürlüğe sokmayı kabul etmez.
'93 Harbi' ve sıkıyönetim
19 Mart 1877'de çalışmaya başlayan ilk Osmanlı Meclis-i Mebusanı'ının, açılmasından yedi ay sonra patlak veren Rus savaşı (1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı, '93 Harbi' olarak anılır) yüzünden, 20 Eylül 1877'de sıkıyönetim ilan edilir.
18 Şubat 1878'de de meclis, birinci çalışma yılını tamamlayamadan kapatılır. Böylelikle anayasa rafa kalkar. Meclis'in kapatılma gerekçeleri ilgi çekicidir: Halk parlamentolu hayata henüz hazır değil. Anayasa şeriata uygun değil. Böylelikle Meşrutiyet dönemi biter ve 'istibdat' dönemi başlar.
1908'e değin sürecek olan 30 yıllık dönem, düşünceleri açıklama özgürlüğü açısından
'korkunç' bir dönemdir. Ünlü gazeteci Hüseyin Cahit şunları anlatır:
"Türk basınının Abdülhamit zamanıyla ilgili tarihi yazılırken sansür bölümünün önemli bir yer alması gerekir. Bugünkü gençlik ve Abdülhamit zamanına yetişip de gazetecilik yaşamına yaklaşmamış kişilerin, bu sansürün dehşeti ve aynı zamanda budalalığı, işkilliği üzerine doğru düşünce edinebilmeleri olanaksız. Bunu belgeler üzerinde görmedikçe insan inanamaz." (Hüseyin Cahit YALÇIN, Edebiyat Anıları, İstanbul 1975, s.105)
Bu dönemde sansür öyle dallanıp budaklanmıştır ki, konuya sadece herhangi bir yanından değinen pek çok inceleme ve araştırma yayımlanmıştır. Araştırmacılar, konuyu ana başlıklarıyla ele alabilmek için bir sınıflandırma yapmak gereği duyacaktır. Bu yönteme uyarak, sansür türlerini şöyle sıralayabiliriz: 1) Basımı yapılacak her tür yayının öndenetimi, 2) Yasaklanan sözler, 3) Gazetelerin kapatılması, 4) Kitapların yakılması, 5) Gazetecilere çıkar sağlanması, jurnalciliğin özendirilmesi, 6) Yabancı basının satın alınması, 7) Yabancı ülkelerle haberleşmenin engellenmesi.
İlk gazeteciler grevi
Türk basınındaki ilk grevin II. Abdülhamit dönemine denk gelmesi de ilginçtir.
1901'de II. Abdülhamit'in tahta çıkışının 25. yılı nedeniyle gazetelere yapıştırılan iki kuruşluk pulun kaldırılması ve bu gelir artışından hak almak isteyen gazetecilerin topluca işi bırakmaları, Türk basın tarihinin ilk grevini ortaya çıkarmıştır.
Pul yapıştırma zorunluluğundan en çok İkdam'ın sahibi Ahmet Cevdet ile Sabah'ın sahibi Mihran Efendi yararlanır. Aralarında büyük çekişme bulunan bu iki kişi, gelirden çalışanlara pay vermemek için şaşılacak bir kolaylık ve kesinlikle anlaşabilmişlerdir.
Bunun üzerine, her iki gazetenin çalışanları
'grev' yapma kararı verir. Yalnız işi bırakmakla kalmayıp bir de gazete çıkaracaklardır. Bunun için yarı batmış haldeki Saadet gazetesi kiralanır. 25 lira sermayeyle Saadet'i çıkarmak için kolları sıvanır. Çabalara rağmen grev başarısız olur. Eylemin başarılı olması için gerekli koşulların en azı bile yoktur. Grev, yasalarda yer almış değildir. Üstelik işin içine 'grev kırıcılar' da girmiştir. Halkın grevden haberi bile olmamıştır. Hüseyin Cahit şöyle anlatıyor:
"Hep birden grev yapıp Saadet'i çıkarmamız ne İkdam'ı sarstı, ne de Sabah'ı. Basın piyasasının kalburüstü en işgüzar yazarları Saadet gazetesini bir türlü yürütemiyordu. Sansür müthiş bir silindir olmuştu. Hiçbir yazarın benliğini göstermesine, hiçbir gazetenin başka türlü olmasına imkân yoktu. Nasıl olup da bizlerin böyle bir çeşit isyan şeklinde kendi başımıza bir gazete çıkarmamıza müsaade ettiklerine şimdi şaşıyorum..." (Edebiyat Anıları, s.113)
Tiyatro da payını aldı
Sansürle ilgili birçok şiiri olan Eşref'in şu dörtlüğü o dönemi iyi anlatır: Hem sözü hem fikri nasın kontrol altındadır/Kimseler Türkiye'de bu hale mani olmuyor/Eskiden derlerdi ki, gümrük alınmaz laftan/Şimdi sansür, yüzde yüz sansürle kaani olmuyor.
Bu dönemde, sansürün ezici baskısından kendini kurtaramayan kurumlardan biri de tiyatrodur. Namık Kemal'in 'Vatan Yahut Silistre' oyununun büyük ilgi görmesi üzerine, tiyatro da sansür kapsamına alınır. Ardından hiç bir oyun, İstanbul'da Matbuat
İderesi ile vilayetlerde Maarif Müdürlüklerinden izin almadan sahnelenemez.
Dönemle ilgili Niyazi Berkes şöyle diyor:
"Türk toplumu Batı uygarlığının şahmerdanı altında teneke haline getirildi; toplumsal düşün hayatını kuruttu; Batıcılığı da, Osmanlıcılığı da, İslamcılığı da dejenere ederek üçünün de iflasını meydana çıkardı." (Türk Düşününde... s.221)
***
“Bazı gazeteler, devlete dil uzatıyor. Biz memleket için çabalarken, onlar fesat için yalan haber yazıyor. Devlete laf eden, ‘vatan haini’ sayılacaktır.” (2. abdülhamit)
II. Abdülhamit 31 Ağustos 1876'da Kanun-i Esasi yi ilan etmek şartıyla tahta geçmişti. Kanun-i Esasi 23 Aralık 1876'da Beyazıt Meydanı'nda törenle ilan edildi. Anayasa'nın 12. maddesinde basınla ilgili şu cümle yer almaktaydı: Matbuat kanun dairesinde serbesttir. Bu ifade net bir şey söylemiyordu. Bir mizah gazetesi olan Hayal, bu durumu eleştiren bir karikatür yayınlamıştı. Karikatürde "matbuat kanun dairesinde serbesttir" yazısı ile elleri ve ayaklarına zincir vurulmuş bir Karagöz deseni yer almaktaydı. Bu karikatürden sonra gazetenin yayını bir süre durdurulacak, bu durum bile gazetede mizah vesilesi sayılacak ve özel bir ilaveyle şu şekilde duyurulacaktır: "Aldığımız bir ihtarname üzerine şimdi âlemi faniye veda etmekliğimiz lazım geliyor. Sakın ağlamayınız. Gülünüz. Bu dünya kimseye baki değildir. Canım boğazıma gelmiş olduğu halde bile herkese selamda kusur etmek istemem. îşte sesim kısılmaya başladı. Ca...nım...çı...kı...yor...çık...tı!"n. Gazetenin sahibi Teodor Kasap Efendi bu karikatür nedeniyle 3 yıl hapse mahkum olacak ve İstanbul'dan kaçacaktır .
Kanun-i Esasi'nin ilanından sonra Meclis-i Mebusan için seçimler yapılmış ve 20 Mart 1877'de meclis açılmıştır. Nisan ayında da basın kanunu tasarısı mecliste görüşülmeye başlamıştır. Tasarıda, matbaa ve basımevi açma ve basın yoluyla işlenecek suçlarla cezaları sıralanmaktadır. Tasarının basın özgürlüğünü kısıtlayan pek çok maddesi bulunmaktaydı. Bu nedenle mecliste uzun süren tartışmalar yaşanmıştır. Milletvekillerinin bir kısmı tasarıya muhalefet ederken bir kısmı da destek vermişlerdir. İstanbul Milletvekili Hasan Fehmi Efendi "matbuat, terakki sebeplerinin başlıcalarındandır. Matbuat ne kadar serbest bırakılırsa o kadar istifa de olunur. Demek istemem ki bazı gazeteciler gibi, edep dairesini tecavüz etsinler, zatiyata girişsinler; mademki, kanun herkes için mahkeme kapılarını açmıştır, matbuat tarafından tecavüz görenler mahkemelere müracaat edebilirler" diyerek tasarıdaki kısıtlamaları eleştirmiştir. Bir başka İstanbul vekili Vasilaki Bey de "Matbuat kanunnamesi serbest olmalıdır. Matbuat nerede serbest ise orada terakki vardır. Bu layiha biz geldiğinde matbuat kanunu değil caza kanunu zanneyledik. îçinde para cezasından, hapisten başka bir şey yok" diyerek tasarıyı eleştirmiştir. Tasarının en önemli tartışmalara neden olan kısımlardan biriside mizah gazetelerinin yasaklanmasına dair hükümler oldu. Matbuat Müdürü Macit Bey "mizah gazeteleri lüzumsuz ve faydasız olduğu gibi onların zararları da vardır. Avrupa'da mizah gazeteleri var diyorlar; biz onları taklide mecbur değiliz. Biz Avrupa'nın tüccarından istifade etmeliyiz. Bakalım Avrupa'nın uleması, hükeması (düşünürleri filozofları) bu mizah gazetelerinden memnun mudur? Benim acizane bildiğime göre memnun değillerdir. Resmin insana olan tesirine bakmalı... Açık saçık resimler insanı isyan ettirir. Aklın cisim üzerindeki hükmü gider. Gençlerin, yaşlıların iradesi elden gider... Bunlar terbiyeyi bozar"15 sözleriyle tasarıya destek vermektedir. Mebuslar bu konuda da farklı fikirler ortaya koyarak tartışmalara devam etmişlerdir.
Basın tasarısı 2 Mayıs 1877'de kabul edilerek padişahın onayına sunuldu. Mizah gazetelerini yasaklayan ve gazete çıkarmak için teminat parası yatırmayı gerektiren maddeler tasarıdan çıkarılmıştı. II. Abdülhamit tasarıyı beğenmediği için onaylamayı reddetmiştir. Konu tekrar görüşülmek üzere dondurulmuştur. Ancak bir süre sonra Padişah Sıkıyönetim Nizamnamesiyle, gerekli gördüğü gazeteleri kapatma yetkisini eline alacak ve Meclis-i Mebusan kapatılınca tasarı gündeme gelmeyecektir.
Meşrutiyet'in ilanıyla basın özgürlüğü konusunda oluşan bahar havası çok uzun sürmemiştir. Meclisin kapatılmasıyla birlikte başlayan yeni düzen basın açısından da tam bir felaket oldu. II. Abdülhamit'in başa geçmesi ile birlikte kendisini alkışlan, anayasanın ilanıyla padişahı göklere çıkaran basın, Osmanlı-Rus Savaşı'ndaki başarısızlıkları dile getirmeye başlayınca padişahın şimşeklerini üzerine çekmiştir. 1878'den itibaren basın üzerinde şiddeti giderek artan bir sansür uygulaması başlar. Maarif Nezareti, Matbuat Müdürlüğü ve Zaptiye Nezareti bu iş için yetkili kılınmışlardır. Yurt dışından gelen yayınların incelenmesi için Hariciye Nezareti'nde Matbuat-ı Hariciye Müdürlüğü kurulmuştur. Basına uygulanan bu sansürden yerli ve yabancı kitaplarda nasibini almıştır. 1880'de Maarif Nezareti bünyesinde kurulan Encümen-i Teftiş ve Muayene kitapların incelenmesi işiyle ilgilenmektedir. 1888'de matbaaların bastığı bütün yayınlara ancak izin alındıktan sonra basma koşulu getirilmiştir.
Uygulanan bu sansür ve yasaklar yeni basılacak eserlerin yanı sıra daha önce yayınlanmış kitapların yeni baskılarını da kapsıyordu. Örneğin Ziya Paşa, Namık Kemal, Abdülhak Hamid gibi isimlerin eserleri yasaklananların başında geliyordu. Selim Sabit ve Ahmet Vefik Paşa tarihleri, Katip Çelebi'nin Mizannü'l Hakk ve Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya eserleri de yeni baskıları yasaklanan kitaplardır . Ayrıca Voltaire, Rausseau, Victor Hugo gibi isimlerin eserleri de yasaklılar arasındadır.
II. Abdülhamit dönemi basını denilince akla gelen ilk şeylerden birisi de yasaklı kelimelerdir. Bu kelimeler: Vatan, hürriyet, grev, meşrutiyet, ihtilal, suikast, anarşi, Girit, Makedonya, Kıbrıs, yıldız (padişahın sarayının adı olduğu için), Murad (devrik padişah), büyük burun (padişahın burnunun büyüklüğünden dolayı), bomba vs. Yasak kelimeler nedeniyle gazetelerde çıkan bazı yazılar trajikomik görüntülere neden olmaktaydılar. Örneğin, Bursa'daki Muradiye Camisi tadilattan geçirildikten sonra tekrar açılmıştır. Bu açılışın haberi gazetelerde şu şekilde duyurulmuştur: "Ebülfetih Sultan Mehmet Han Hazretlerinin pederi cennet makarlarının Bursa'daki camii şerifi mükemmelen tarif edilmiş ve ahiren mevlidi nebeviye kıraatiyle resmi küşadı icra edilmiştir" . Buradan anlaşılacağı üzere Murad kelimesinin kullanılması yasak olduğu için böyle uzun bir cümle kurulması gerekmiştir.
II. Abdülhamit döneminde basınla ilgili göze çarpan şeylerden biriside gazete ve gazeteci satın alma meselesidir. Aslına bakılırsa bu durum sadece bu döneme has bir olay değildir. Çünkü Osmanlı'da basının emeklemeye başladığı dönemlerde devletten yardım görmeden ayakta kalan gazete olduğunu söylemek zordur. Gazetecilere nişan, armağan ve para dağıtmak sadece II. Abdülhamit'e özgü değildir. Mısır Hıdivi İsmail Paşa, 1865-75 yılları arasında hem İstanbul hem Avrupa basınına yüz binlerce altın dağıtmıştır . Elbette bu para dağıtma meselesi farklı sonuçlarda doğurmuştur. Örneğin İstanbul'da yayınlanan Levant Herald gazetesinin sahibi Edgar Vitaker devletten para koparabilmek için yazdığı dilekçede "1877'de Hükümetin çıkarlarını savunma çalışıyordum. Hiçbir mükafat görmedim. Bilakis hükümet ödeneğimi kıstı. Sekiz yıl dayandım... Bir de sansür usulü kondu... bu yüzden gazetemin okurları azalmış ve uğradığım zarar ve ziyan artmıştır. Şimdi sefalet içindeyim. Ömrümün sonuna kadar sefalet içinde kalmamak için yardımınızı rica ediyorum. Aksi halde, Osmanlı ülkesinde 35 yıl içinde topladığım bilgileri başka ülkelerde yayınlamam gerekecektir" diyerek açıkça tehditte bulunmuştur.
Gazetecilere para verilerek susturmaya çalışma işi sadece ülke içerisinde sınırlı kalmamıştır. Avrupa hatta Amerika'daki gazetelerde Osmanlı aleyhinde yazılan yazılara engel olmak amacıyla konsolosluklar aracılığı ile gazetecilere para verilerek bu yayınlar engellenmeye çalışılmıştır. Doğal olarak bu durum yabancı basında da şantaj yayınlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Aslına bakılırsa yabancı basın içerisinden devletin yanına para karşılığı gazeteci çekmek o dönem içerisinde sık görülen işlerden birisiydi. Rusya, Avusturya-Macaristan, Almanya gibi devletler özellikle Balkan politikaları için bu tip yöntemleri kullanmışlardı.
Basının sıkıntılı bir dönem yaşadığı II. Abdülhamit devrinde her şeye rağmen 10-15 bin tiraja ulaşabilen gazeteler de yayınlanmıştır. 26 Haziran 1878'de yayınlanmaya başlayan Tercüman-ı Hakikat bu gazetelerden birisidir. Gazetenin sürekliliği ve Ahmet Mithat'ın yazılarında olaylara farklı yaklaşımlar sunması Tercüman'ı dönemin simgesi haline getirmiştir. Ahmet Mithat Efendi'nin lakabı "yazı makinesi"dir. O da bu lakaba layık olmayı başarmıştır. Yoksul bir ailenin çocuğu olan Ahmet Mithat kendi çabalarıyla bir yerlere gelmeyi başarmıştır. İstanbul'da doğan Ahmet Mithat, Niş'e göç ettikten sonra hayatı değişmiştir. Burada vali olan Mithat Paşa onu himayesine almıştır. Niş Rüştiyesi'ni bitirdikten sonra Tuna valiliğine atanan Mithat Paşa ile birlikte Ruscuk'a gitmiştir. Burada Tuna gazetesinde yazılar yazmaya başlamıştır. Daha sonra Bağdat'a gider ve burada Zevra gazetesini çıkarmaya başlar . Gazetecilik işi hayatının önemli bir parçası olan Ahmet Mithat, Jön Türklerle işbirliği yaptığı için 1882'de Rodos'a sürülür. Abdülaziz tahttan indirilince İstanbul'a döner. 1877 yılında II. Abdülhamit'in tahta çıkışını öven bir kitap yazdıktan sonra Matbaa-i Amire ve Takvim-i Vekayi'nin başına geçmiştir . Sonradan Tercüman-ı Hakikat'i çıkaran Ahmet Mithat, Darüşşafaka'da, üniversite'de, İstanbul Kız Öğretmen Okulu'nda da dersler vermiştir . Tüm bunların yanı sıra 150'den fazla kitap yayınlamıştır. Tercüman-ı Hakikat'te pek çok tercüme esere yer verilmekte, Ahmet Mithat'ın gayretleriyle gazete, roman ve tarih tefrikalarıyla dolmaktaydı. Sonraki dönemlerde rüştiye öğrencileri için haftada bir ek mecmua yayınlamıştır. Tercüman-ı Hakikat, Ahmet Mithat'ın herkesin anlayabileceği bir dille hazırladığı ve Türk basın tarihi açısından önemi büyük olan bir gazetedir.
II. Abdülhamit dönemi içerisindeki önemli gazetelerden birisi de Sabahtır. Sahibi Papadoplos isimli bir Rum'dur. Başyazarlığını Şemsettin Sami'nin yaptığı gazete ilk olarak 1876'da çıkmaya başlamıştır. 1882 yılında Mihran Efendi tarafından satın alınan gazete sonraki dönemlerde pek çok önemli ismin yazılarına yer vermiştir. Hüseyin Cahit, Adnan Adıvar, Ahmet Rasim, Refik Halit gibi yazarlar Sabah gazetesinde yer almışlardır.
Sabah gazetesinin en büyük rakibi olacak İkdam gazetesi de 1894'de çıkarılma başlanacaktır. Ahmet Cevdet'in yayınlama başladığı gazete döneminin en önemli gazetesi olacaktır. Cumhuriyet'in ilanından sonra kapanacak olan gazete II. Meşrutiyet'in ilanından sonra 40.000 traja ulaşabilmiştir. Ahmet Cevdet'in hastalık nedeniyle 10 yıl yurt dışında bulunması yüzünden İkdam, değişik kişiler tarafından yönetilmiş bu durum her dönem yeni bir gazeteci kadrosunun oluşmasına olanak sağlamıştır. Türkiye'ye ilk rotatifi getiren gazete olan İkdam, Hüsein Rahmi, Necip Asım, Ali Reşat, Hüseyin Cahit, Mahmut Sadık gibi isimlerin yazılarına yer vermiştir.
II. Abdülhamit Dönemi Osmanlı Basını açısından önemli yere sahip olan bir başka yayın da elbette Servet-i Fünun dergisidir. Derginin yayın hayatına giriş öyküsü şöyledir: Ahmet İlhan (Tokgöz) 1888-89 arasında Umran adlı bir dergi çıkarmaktadır. Dergi kapatılınca Servet gazetesinin sahibi ile anlaşarak gazetenin haftalık ilavesi olarak Servet-i Fünun dergisini yayınlamaya başlamıştır . İlk sayısı 27 Mart 1891 tarihinde çıkan dergi edebiyat, sanat, ilim, biyografi roman gibi konulara yer vermekteydi. Servet-i Fünun devrin genç yazarlarının büyük ilgisini çekti. Recaizade Ekrem, Halit Ziya, Ahmet Rasim, Tevfik Fikret derginin en göze çarpan yazarlarıydı. 1895'de Tevfik Fikret Ahmet İhsan'la anlaşarak derginin yöneticiliğini eline alınca Servet-i Fünun'un havası değişmeye başladı. Dergi artık Edebiyat-ı Cedide olarak adlandırılan yeni bir akımın temsilcisi durumuna gelmiştir. Servet-i, yazarları Abdülhamit idaresine muhalif kişilerden oluşmasına rağmen siyasi polemiklere girmekten kaçınmıştır. Yazdıkları nedeniyle birkaç kez başı derde giren Tevfik Fikret Ahmet İhsan ile anlaşamayınca dergiden ayrıldı. Bu arada görüş ayrılıklarına düşen Edebiyat-ı Cedideciler dağılmaya başlamışlardır. Tevfik Fikret'in yerine geçen Hüseyin Cahid'in 1901 yılı sonlarında çevirdiği bir yazı nedeniyle Ahmet İhsan saraya jurnal edilmiş ve dergi kapatılmıştır. Adliye Nazırının araya girmesi ile bu sorun çözümlenmişse de dergi tam bir çöküş sürecine girmiştir. İleriki dönemlerde yayınlarını sürdüren Servet-i Fünun Cumhuriyet ilan edildikten sonra da yayınlanmaya devam etmiştir. Ahmet İhsan'ın 1942'de ölümünün ardından dergi 1944 tarihinde kapanmıştır.
Osmanlı'da dergicilik anlayışı Avrupa'ya göre epey geç başlamıştır. II. Abdülhamit'in ağır baskıları ve sansür uygulamaları çok sesli bir dergiciliğin gelişmesine engel olmuştur. Yayın imkanı bulan dergiler suya sabuna dokunmayan yazılara yer vermek durumunda kalmışlardır. Kısa süre yayınlanarak yayın hayatından çekilmek sorunda kalan pek çok dergi de bu dönem de göze çarpmaktadır. Tabii ki Servet-i Fünun kadar etki eden bir dergi bu dönem de pek yoktur.
İstanbul'da yayınlanan ve yukarıda isimlerini saydığımız sınırlı sayıdaki gazete ve derginin yanı sıra İttihat ve Terakki Cemiyeti üyelerinin yurt dışında yayınladıkları gazeteler vardır. Bu yayınlar gizliden gizliye ülkeye sokulmakta ve II. Abdülhamit'e ciddi muhalefet etmekteydiler. İttihatçıların gazetelerinden bahsederken ilk sırayı alacak olanı Ahmet Rıza Bey'in Meşveretidir. Meşveret 1 Aralık 1895de taş baskı olarak Paris'te yayınlanmaya başlanır. Gazete İttihatçıların ilk resmi yayın organı olarak kabul edilir. Gazete hem Türkçe hem Fransızca basılmaktadır. Meşveret, pozitivist takvim ile yayınlanmaktadır ve Fransızca ilavesinin başında Auguste Comte'un "Ordre et Progres" (Nizam ve Terakki) sözü bir özdeyiş olarak yer almaktadır . Gazetenin yazar kadrosunda Ahmet Rıza'nın yanı sıra Hoca Kadri, Abdullah Cevdet, Murat Bey (Mizancı) gibi isimler de vardır. 15 günde bir yayınlanan Meşveret, 1898 yılında Türkçe yayın bölümüne son vermiştir. Bunun gerekçesi ise İttihatçıların bir diğer yayını olan Osmanlı gazetesinin Cenevre'de çıkarılmasıdır. İttihat Terakki Cemiyeti'nin iki Türkçe gazeteye ihtiyaç duymadığı belirtilerek Meşveret'in yayını durdurulmuştur.
Yurt dışındaki İttihatçı gazetelerden en önemlilerinden birisi de şüphesiz Murat Bey'in çıkardığı Mizanadır. Cemiyetin muhafazakar kesiminin lideri olan Murat Bey Kahire'ye gelerek 14 Aralık 1896'dan itibaren Mizan'ı yayınlamaya başlamıştır. Daha sonra Cenevre'ye geçerek gazetenin yayınına buradan devam etmiştir. Murat Bey bu gazete sayesinde Mizancı Murat olarak anılmaya başlayacaktır. Ancak II. Abdülhamit Avrupa'daki İttihatçıları dağıtmak amacıyla Murat Bey'e çeşitli vaatlerde bulunarak onu İstanbul'a davet eder. Tutuklu İttihatçıların genel afla salınacağı ve çeşitli konularda ıslahat yapılacağı vaatleri Mizancı Murat'ı ikna eder ve İstanbul'a döner . Bu karar Murat Bey'in arkadaşlarında büyük bir şok yaratır. Padişah verdiği sözlerin hiç birini yerine getirmez ve Mizan gazetesi II. Meşrutiyet'in ilanına kadar yayınlanmaz.
İttihatçıların bir diğer önemli yayını da Osmanlı gazetesidir. 1 Aralık 1897 tarihinde Cenevre'de yayınlanmaya başlayan gazetenin redaktör kadrosunda üç önemli isim gözükmektedir. Bunlar İshak Sukuti, Abdullah Cevdet ve Tunalı Hilmi Beylerdir . Osmanlı gazetesi 1900 yılına kadar Cenevre'de yayınlandıktan sonra Londra'ya taşınır. Gazete gerek Avrupa'daki sürgünler arasında gerekse el altında sokulduğu Osmanlı topraklarında büyük ilgi görmüş ve Ahmet Rıza'nın Meşveret gazetesini bile gölgede bırakmıştır . Elbette bu etki Padişahın harekete geçirmeye yetmiştir. Gazetenin etkin üç ismiyle pazarlığa girişen Padişah Abdullah Cevdet'i Viyana Sefareti doktorluğuna, İshak Sukuti'yi Roma Sefareti doktorluğuna, Tunalı Hilmi'yi de Madrid Sefareti başkatipliğine getirerek muhalefetten uzaklaştırmıştır. Böylece gazetenin yönetimi bir başka sürgün olan Edhem Ruhi'ye bırakılmıştır.
Buna rağmen adı geçen kişilerin gizliden gizliye gerek yazılarıyla gerek maddi yardımlarla gazeteyi desteklediği bilinmektedir . Osmanlı Gazetesi 1903 yılında Kahire'ye taşınarak yayınlarına devam etmiş. 15 Temmuz 1904 tarihinde de 136. sayısıyla beraber yayın hayatına son vermiştir . Meşrutiyet'in ikinci kez ilanından sonra Osmanlı adıyla yeni bir gazete yayınlanacaktır ancak bu kez gazeteyi yayınlayanlar Prens Sabahattin'in ekibinden Ahmet Fazlı ve Nihad Reşat Beylerdir .
İttihat Terakki'nin resmi yayın organı olma özelliği gösteren bir diğer gazete de Şura-yı Ümmet'tir. Gazete'nin imtiyaz sahibi Bahaddin Şakir, müdürü de Mustafa Asım Beylerdir. Gazetenin ilk sayıları Mısır'da, sonraki sayıları da Paris'te yayınlanmıştır. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra ise İstanbul'da yayınlanmaya başlamıştır. Başyazarlıklarını da sırasıyla Samipaşazade Sezai, Cenab Şahabettin ve Hakkı Baha yapmıştır . 31 Mart Olayı'nda matbaası saldırıya uğrayan gazete sekiz ay sonra tekrar yayınlanabilecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen Yorumunuzun anlaşılır ve imla kurallarına uygun olmasına dikkat ediniz.