TÜRK DİL KURUMU NEDİR?
Her şeyden önce dil, kişiler arasında en etkin, en doğal ve sürekli iletişim aracıdır. Aynı zamanda bilimsel, dinsel ya da felsefeye ilişkin her türlü düşüncenin de taşıyıcısıdır. Öte yandan kültürü oluşturan en önemli öğe olduğu gibi, kültürü elde etmenin, öğrenmenin araçlarından biri niteliğini de taşımaktadır. Bütün bunların dışında da dil, toplumu, ulusu oluşturan ve ulusallığı sağlayan ana etkenlerden biri olarak da önem taşımaktadır.
Türkçe, yeryüzünde konuşulan dillerin ayrıldığı 5 büyük gruptan Ural-Altay-Dilleri arasında yer almaktadır. Dil sınıflamasında göze çarpan en belirgin nokta, Türk dilinin, Türklerin İslamiyet’i kabulden sonra en çok etkilendiği Arapça ve Farsça ile köken bakımından hiçbir yakınlığı bulunmamaktadır. Dolayısıyla Avrupa’da konuşulan dillerin, kendi gruplarında bulunan Latince ile olan akrabalıklarına benzer bir yakınlığı Türkçe Arapça ve Farsça arasında kurmaya olanak yoktur.
Hangi kökende gelirlerse gelsinler, dillerin başlangıçtaki niteliklerini, söz varlıklarını olduğu gibi sürdüremedikleri görülmektedir. Çünkü dil de her kültür öğesi gibi zamanla değişime uğramak durumundadır. Bu değişim, toplumdan kaynaklanan gereksinmeler ve yönlendirmeler ile diller arasındaki etkileşim ve ilişkide bulunulan toplumlarda geçerli olan dillerin etkisinden kaynaklanır.
Türkçe’nin, tarihin ilk dönemlerinden başlayarak Türklerin konuştukları bir dil olduğu bilinmektedir. Ancak buna ilişkin belgelerin yokluğu o dönemlerdeki dilin özelliği ve söz varlığı üzerinde fazla bilgi edinmemize olanak bırakmamaktadır. Türkçe’ye ilişkin ilk yazılı belge 581’de Soğotça yazılmış Bugut yazıtıdır. VII. Yüzyılda yazılmış Orhon Yazıtları ise, Türkçe’nin oldukça gelişmiş bir yazı dili düzeyinde olduğunu göstermektedir.
TÜRK DİL KURUMU’NUN öZELLİKLERİ
Türklerin o yüzyıldan başlayarak İslamiyet’e girmeleri, dili de, iki yabancı dilin Arapça ve Farsça’nın etkisi altına sokmuştur. İslamiyet’i kabul ettikten sonra kurulan Türk devletlerinde bilim ve ibadet dili olarak Arapça, sanat dili olarak da Farsça kullanılmaya başlanmıştır. Çok geçmeden resmi yazışmalarda da Arapça ve Farsça’nın yeğlenmesi, büyük çoğunluğunu oluşturan halkın okuyamadığı, anlayamadığı bir resmi dil sorununu da doğurmuştur.
Anadolu’daki Arapça ve Farsça baskısı, Osmanlı Devleti’nde üç alanda geçerli dil olarak Türkçe’nin kullanılması resmi dil sorununu belirli ölçüde gidermişti: sarayda, divanda ve şer’i mahkemelerde Türkçe kullanılması bilimsel yapıtlardan bir kısmının Türkçe yazılmasını da desteklemişti. Ne var ki bu durum XVI.yüzyıl ortalarına kadar sürmüş, o dönemde dilde yeniden bir ikiliğe yönelinmişti. Osmanlıca denen Türkçe-Arapça-Farsça karışımı yapay dil yazı dili yaratılırken Türkçe ikinci plana itilmiş ve üstelik “ayağı çarıklı kaba Türkler”in konuştuğu dil olarak aşağılanmıştı.
Yazı ili ile konuşma dili arasındaki ayrılık giderek artarken, kültürel ve toplumsal gereksinmeler XIX.yüzyılda dilin önemini ve dilde çözülmesi gereken büyük sorunlar bulunduğunu ortaya çıkarmıştı. Tanzimat döneminde değişim zorunluluğu nedeniyle öğretim yönünden çağın çok gerisinde kalmış olan medreseler dışında yeni okullar açmak ve dış dünyadaki bilimsel gelişmeleri içeren yapıtları Türkçe’ye çevirmek yoluna gidilmişti. Ancak açılan meslek okullarında okutulacak nitelikte terkçe kitaplar bulunmadığı ve zengin bir dil sayılan Osmanlıca’nın çevirilerde bilimsel terimleri karşılamaktan uzak olduğu görülmüştü. Bu yüzden 1827’de açılan Tıbbiyede öğretimin Fransızca yapılması öngörülmüştü.
Gerçekten de karma Osmanlıca bir bilim dili olamamış, yalnızca bir yazım ve şiir dili olarak kalmıştı. Yabancı yapıtların çevirilerine girişildiğinde o dildeki kavramların ve terimlerin Osmanlıca’da karşılıkları bulunamamıştı. Bu durumda yeni sözcükler türetme zorunluluğu duyulmuştu. Ancak bu türetmelerde Türkçe’nin değil de Arapça’nın söz varlığından yararlanılması, Osmanlıca’ya yeni terimler kazandırırken dile bir dizi yeni Arapça sözcüğün girmesine de neden olmuştu.
TÜRK DİL KURUMUNUN ÇALIŞMA SİSTEMİ
Yazı dilinin aldığı biçim ve içerik, yalnız öz dilleri Türkçe olmayan Osmanlı uyrukluların değil, imparatorluğun kurucusu Türklerin bile devlet dairelerinde işlerini gördürmelerini ve yürürlüğe konulan yasaları, verilen kararları anlamalarını olanaksız kılmıştır. İşte bu ortam içimde yüzyılın sonlarına doğru dildeki ikiliği olabildiğince azaltmak gerektiği anlayışı yerleşmeye başlamıştır.
İmparatorluktan ulusal devlete geçildikten sonra ulusal bütünlüğü sağlamak ve çağı yakalamak için dil sorununu da çözmek artık kaçınılmaz olmuştu. Bunun için izlenecek yollar da belliydi. Ya yasal bir düzenlemeye baş vurulabilir, ya da sorunu belli bir sürede çözüme ulaştırabilecek bir örgütlenme sağlamak gerekiyordu. Henüz Cumhuriyet ilan edilmemişken, 23 Ağustos 1923’te TBMM’ne verilen Türkçe Kanunu adını taşıyan bir yasa önerisinde, her türlü yazışmanın Türkçe yapılması zorunlu tutuluyor, yabancı sözcükler kullananların da cezalandırılmaları isteniyordu.
Ancak dil konusunda bağlayıcı bir yasa çıkarmanın hukuk kurallarıyla bağdaşmadığı düşünülerek bu öneri kabul edilmemişti. Böylece bir örgüt kurma yöntemi tek çıkar yol olarak ortaya çıkmıştı.
Dil konularıyla uğraşacak bir kurul oluşturulması, 1926’da Milli Eğitim Bakanlığı kuruluş yasası görüşülürken gündeme gelmişti. Yeni Türk abecesinin saptanması için kurulan Alfabe Komisyonu’na aynı zamanda Dil Heyeti adı verilmişti. Bununla abecenin dil çalışmalarına geçişte ilk aşama olduğu anlatılmak istenilmişti. Gerçekte de Dil Kurulu yeni abeceyi saptadıktan sonra dağıtılmamış, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanarak dil çalışmalarını sürdürmesi istenmişti. Kurul öncelikle bir Yazım Kılavuzu yayımlamış, arkasında bir Türkçe sözlük hazırlamaya koyulmuştu. Ancak bu kurulun çalışmalarının politikacılar tarafından eleştirilmesi ve kurulun iş göremez hale gelmesi sonucu yeni ve bağımsız bir örgütün kurulması yoluna gidilmiştir.
TÜRK DİL KURUMUNUN AMAÇLARI
Türk Tarih Kurumu’nun başarılı çalışmaları da dikkate alınarak Atatürk’ün önerisiyle ona benzer bir dil derneğinin kurulması uygun görülmüştü. 12 Temmuz 1932’de hepsi de milletvekili olan dört ünlü yazar ve düşünürün başvurusuyla Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulmuştur. Derneğin amacı; Türk dilini incelemek ve elde edeceği sonuçları yayıp yaygınlaştırmak olarak belirtilmiştir.
Türk Dili Kurumu’nun üye sayısı Türk Tarih kurumu gibi sınırlı tutulmamıştı. 26 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda ilk genel kurula dileyen her Türk vatandaşının katılabileceği açıklanmıştı. On gün süren ve 917 delegenin katıldığı bu kurultayda dilde devrim mi, evrim mi sorunu enine boyuna tartışılmış ve çoğunluk görüşü devrim üzerinde yoğunlaşmıştı. Türk Dili Tetkik cemiyeti adı 1936’da toplanan III. Kurultayda Atatürk’ün isteğiyle ve Türk Tarih Kurumu adına uygun olarak Türk dil Kurumu olarak değiştirilmiştir.
Derneğin amacı, Türk dilini, ulusal kültürümüzün eksiksiz bir anlatım aracı durumuna getirmek ve ikinci olarak da Türk dilini, çağdaş uygarlığın önümüze getirdiği tüm gereksinmeleri karşılayacak bir yetkinliğe erdirmek olarak belirtilmiştir.
Türk Dil Kurumu, Atatürk döneminde ve ondan sonra da çeşitli siyasal dalgalanmalara karşın çalışmalarını kuruluşunda saptanan amaçlar doğrultusunda sürdürmüştür. Bunun sonucunda da konuşma dili yazı dili arasındaki uçurum giderilmiş, Türkçe, büyük oranda özleştirilmiş bir bilim ve kültür dili düzeyine çıkarılmıştır.
Bu birinci kurultaydan sonra, yukarıda zikredilen kollar vasıtasıyla kurultayın tespit ettiği programın yönetim kurulu uygulanmaya başlanmıştır. Ülkede bir dil seferberliği başladı. Amaç,Türkçe’yi yabancı dillerin egemenliğinden kurtarmak;yeni kavramları karşılayacak bir kültür dili yaratmaktı.
Bu amacı gerçekleştirmek için yapılan girişimlerin tümüne birden Dil Devrimi denildi. Çalışmalar hızlandı. Bir söz derleme kılavuzu hazırlandı. Kurulan derleme örgütleri ile on dokuz ayda 30.000 fişlik söz derlendi. Türkçe, halkın diline yönetilmeye çalışıldı.
İkinci dil kurultayı, birincisinden iki yıl sonra, 18-23 Ağustos 1934’de yine Dolmabahçe sarayında toplandı. Bu kurultaya da yerli ve yabancı çok sayıda bilgin katıldı. Kurultayda, Türkçe’nin dünya dilleri arasındaki yeri ele alındı.
Bütün terimlerin Türkçe köklerden türetilmesi, türetilecek bu öz Türkçe kelimelerin de okul kitaplarına girmesi kararlaştırıldı. Ancak, zorunlu hallerde batıda kullanılan bilimsel ve teknik terimlerin,yaşayan yabancı dillerden değil, bunların temeli olan eski dillerden alınarak fonetiğinin Türk gramerine tespitinin uygun görüldüğü bildirildi. Birçok matematik terimleri okul kitaplarına bundan sonra girmiştir. Yeni bu kurultayda,iki yıl içinde yapılan uygulamaların toplu bir değerlenmesi de yapıldı. Eksiklik ve karışıklıklar üzerinde duruldu. Bir yabancı kelime yerine önerilen değişik karşılıkların durumu görüşüldü.buların hangisinin uygun olduğu gösterir bir kılavuz hazırlanması gereksinimi belirlendi. Tarama Dergisi’ndeki Türkçe sözcükleri gözden geçirip Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu adıyla bir sözlük meydana getirildi. Buna eş olarak bir de Türkçe’den Osmanlıca’ya Cep Kılavuzu hazırlandı bunlar o günler için oldukça yararlı sayılacak çalışmalardı. Yazı dilinin Türkçeleşmesi gittikçe hızlanıyor ve yaygınlaşıyordu.
İkinci kurultaydan sonra yine söz derleme ve gramer çalışmalarına devam edilmiş, bir yandan da kitap tarama ve folklor araştırmalarına girişilmiştir. Yine bu yılın diğer önemli bir olayı da Soyadı Kanunu’nun çıkarılmasıdır. Bu kanun, dil devriminin gelişimini etkilemiştir. O zamanlar, alınacak soyadlarının Türkçe olmasına dikkat ediliyordu. Bu durum çok sayıda öz Türkçe kelimenin ortaya çıkmasına yaradı. Yine kurultayı takiben din dilini Türkçeleştirme çalışmaları başladı. Türkçe’nin Arapça’nın etkisinde kalmasının başlıca nedenlerinden biri de ibadet dilinin Arapça olmasındandı.ibadet dilinde yapılacak değişiklik halkın Arapça ile olan zorunlu bağını ortadan kaldıracaktı. Böylece de Arapça’nın Türkçe üzerindeki etkisi iyice zayıflayacaktı. Ezanın Türkçeleştirilmesi, Kuran’ın Türkçe çevirisi bu düşüncenin ürünü olan uygulamalardır.
Bu kurultay sonrasının başlıca konularından biri de Türk dilinin eskiliğini kanıtlamak çabalarıdır. Bu çaba esas itibariyle Türk tarihine karşı uzun yıllar süren kayıtsızlığa bir tepki olarak, milli bilinci kuvvetlendirmek amacıyla doğmuştur. Türkçe kelimeleri, Arapça, Farsça dilleriyle açıklamak alışılageldik bir yöntemdi. Adeta buna bir tepki olarak bir çok kelimenin Türkçe olabileceği kanıtlanma çabalarına girişilmiştir.
Düzenlenen III. Kurultaydan sonra bazı dilciler bu dönem için, dil devriminin ikinci evresi, ya da dil felsefesi adını vermişlerdir. Bu kurultay esas olarak Güneş Dil Teorisi üzerinde durdu. Aslında, Güneş Dil Teorisi özleşme ile ilgili değildir. Ancak bir dilin nasıl doğup geliştiğini araştırmayı amaçlamaktadır. Bu yolla, Türk dilinin eskiliği ve başka dillere kaynaklık ettiği görüşü savunulacaktır. Yine bu teorinin doğuşunda, Türk milletinin çok eski bir millet olduğunu kanıtlama çabası ve isteğinin rol aldığı bir çeşit tepkiden doğduğu, daha doğrusu bir moral güç yaratılmak istenildiği açıktır. Kısacası, bilimsel olmaktan, bir dil felsefesi geliştirmekten çok, politik bir içerik taşımaktadır ve o devrin tarih görüşünün de yansımasıdır.
Kuram buna göre geliştirilir. Bu kurama göre Türk dili tarihten önceki çağlarda var olan bir dil idi. Bir çok sözcükler göçler yoluyla dünyaya yayılmıştır. Bunun için Batı etimoloji sözlüklerinde kaynağı belirtilmeyen sözcükler Türkçe olabileceği varsayılmıştır. Böylece dilimize giren bir çok yabancı kelimenin de Türkçe olduğu zamanla ortaya çıkacaktır. Güneş Dil Teorisi aslında yukarıda belirtildiği gibi tarih felsefesinin, tarih görüşünün, dil konusundaki bir yansımasıdır; Milli dilin eskiliğini ve köklülüğünü belirtmeye çabalıyordu.
Türk Dil Kurumu varlığını ve çalışmalarını, değişen siyasal koşullar ve dönemlerde, zaman zaman sert eleştirilere karşın 1982 yılına kadar sürdürdü. Bu yıllar içinde giderek olgun bir kimliğe kavuşan Türk Dil Kurumu, dil ve edebiyat alanında çok sayıda eserler yayımladı. Anıt eserler sayılacak Türk dilinin Derleme ve Tarama Sözlükleri, Türkçe Sözlük, Yazım Kavuzu, yetmiş kadar terim sözlüğü başta olmak üzere bilimsel bir çok eser yayımlamıştır. Ulusal ve uluslar arası kongreler düzenlenmiş, edebiyat alanına, sosyal bilimlere katkılarda bulunmuş, Türk Dili Dergisi’ni yıllarca aksatmadan çıkartmış, Divan-ı Lügat-ı Türk ve benzeri bir çok eski Türkçe kaynağı yayımlamış bilimsel saygınlığı olan bir kuruluştu. Türkçe’nin bugünkü düzeyine gelmesinde başlıca rolü oynamıştır. Dernek statüsündeki bu kurumun maddi kaynağı, özel hukuk kurallarına göre düzenlenen Atatürk’ün vasiyetnamesinde kuruma bırakılmış gelir idi. 1982 anayasasına konan bir hüküm ile bu kurum ve benzeri statüdeki Türk Tarih Kurumu’nun kaldırılması öngörülmüştür. Daha sonra çıkartılan bir yasa ile bu kurum kapatılmış ve devlete bağlı resmi konumda, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu kurulmuştu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen Yorumunuzun anlaşılır ve imla kurallarına uygun olmasına dikkat ediniz.